Yahudilik inancında dini bir kırılma olarak SİYONİZM

Muhammed Berdibek
22.02.2014

Siyonizm’in ortaya çıktığı ilk günden itibaren Ortodoks Yahudiler, bu durumun Tanrı’nın emirlerini çiğnemek olduğunu belirtmiş, neredeyse tüm platformlarda Siyonistleri tel’in etmişlerdir. Çünkü Siyonizm’in, Üç Ahit İnancı’ndan bir uzaklaşma olduğu mütedeyyin Yahudilerin gözünden kaçmayacak kadar açıktı.


Yahudilik inancında dini bir kırılma olarak SİYONİZM

Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde yaşanan tarihsel hesaplaşmalar, tüm şiddeti ile devam ediyor. Bu tarihsel hesaplaşmalar, başta ideolojik veya dinî olmak üzere birtakım temel unsurlar üzerinden şekilleniyor. Fakat bu durumun daha çok Arap ülkelerine özgü olduğu vurgusu da oldukça sorunlu görünüyor. Sadece Arap ülkelerinde değil birçok ülkede bu ve benzeri krizlerin yaşandığı aşikâr. Bu kapsamda, 1948 sonrasında kurulan ve Ortadoğu dengelerinde önemli bir konuma sahip olan İsrail’in de benzer sorunlarının olduğu iddia edilebilir. Çünkü kuruluşundan beri, hatta kuruluşundan çok çok öncesine dayanan ideolojik ve dinî sorunların, İsrail tarihinde önemli bir yer tuttuğunun bilinmesi gerekir. Bu yüzden, İsrail’de değişik bir tonda devam eden bu tartışmaların tarihsel kökenlerinin bilinmesi, İsrail’in ayrıksı bir durum oluşturmadığını gözler önüne serecektir.

Bilindiği üzere, Fransız Devrimi bütün toplumları etkilediği gibi Yahudi toplumunda da kökten kırılmalara ve dönüşümlere sebep oldu. Bu kökten kırılma ve dönüşümün ürünü olan Siyonizm, 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktı. Siyonizm çıkışı itibarıyla, sanıldığının aksine, seküler ve milliyetçi bir harekettir. Fransız Devrimi ve sonrasında yaşanan birtakım gelişmeler, Yahudiler için önemli kırılmalar yaratmış; iki bin yıla yakın bir süredir bağlı kalınan Messiyanizm, yerini seküler bir hareket olan Siyonizme bırakmıştır. Bu kapsamda, Messiyanizm anlatısının şekillendiği Babil ve Roma sürgünlerini anlamak, konunun anlaşılması için oldukça önem arz ediyor.

Yahudi tarihi açısından en önemli olaylardan biri, M.Ö. 587 yılında Birinci Tapınağının yıkılmasını takiben Yahudilerin başına gelen Babil Sürgünü’dür. Bu sürgün sonrasında, binlerce Yahudi Babil İmparatorluğunun çeşitli bölgelerine göçtüler. Bu durum, M.Ö 539 yılında Persler’in Babil’i işgal etmesine ve Yahudilerin tekrar topraklarına dönmelerine izin vermesine kadar devam etti. Persler Yahudilerin tapınağı tekrar kurmalarına izin verdiler. Tapınak M.Ö. 515 yeniden inşa edildi.

Sürgünler ve isyanlar

Yahudi tarihinde önemli bir diğer olay; M.S. 66-70 yıllarında başlayan ve belli aralıklar ile M.S. 132’de Bar Kohba İsyanı ile son bulan isyanlar silsilesidir. İlk isyanda, (M.S. 70) Yahudilerin kutsal kabul ettikleri tapınak tahrip edilmiş ve daha sonra isyanların en büyüğü kabul edilen ve son isyan olan Bar Kohba (M.S.132) ile birlikte Yahudiler, Romalılar tarafından toplu olarak sürgüne gönderilmişlerdir.

Sürgün olayı Yahudi diasporasının başlangıcını oluşturmuştur. Diasporanın başlaması birtakım sorgulamaları beraberinde getirmişti. Yahudiler eğer gerçekten seçilmiş halk ise Tanrı neden onların sürgüne gönderilmesine müsaade etmiştir? Bu teolojik probleme hahamların verdiği cevap oldukça nettir. Buna göre, yıkım ve sürgün, Tanrı’nın, Yahudilerin günahlarına karşılık vermiş olduğu cezadır. Çünkü Yahudiler ibadetlerinden vazgeçmiş, başka dinleri ve insanları taklit etmişlerdir. Kutsal metinlerde de sürgünün kavmin işlediği günahlara karşılık tanrısal bir ceza olarak Yahudilerin başına geldiği düşüncesi hâkimdir. Tanah’ın pek çok kısmında, Yahudilerin işledikleri günahlardan ötürü yurtlarının ellerinden alındığı, tapınaklarının yıkıldığı ve putperest kavimlerin boyunduruğu altına girdikleri yazılıdır. Talmud’a göre, günahların bedeli olarak Tanrı'nın üç buyruğu vardır: (1) Yahudi halkı sürgünü bir ceza olarak kabullenecek ve duvarı aşmayacaktır. (2) Hükümranlığı altında yaşadıkları krallar ve devletlere sadık ve itaatkâr olacaklardır. (3) Tanrı da onları sürgünde koruyacak, eziyet görseler bile tamamen yok olmalarına müsaade etmeyecektir.

Bu üç buyruk 'Üç Ahit Teorisi' olarak adlandırılır. Buna göre, Yahudiler günahlarının bedelini ödediğinde Tanrı, Mesih’i gönderecek ve Mesih önderliğinde Yahudiler vatanlarına geri döneceklerdir. Buna bağlı olarak, Yahudiler 19. yüzyıla kadar Üç Ahit Teorisi'ne sadık kalmıştır. Mesih geldiğinde Yahudiler büyük güçlere olan boyunduruktan kurtulacak ve üstün bir hayata geri dönüş yapacaklardır. Üç Ahit Teorisinin pratikteki uygulaması Yahudi düşünce dünyasında siyasetin bir kenara bırakılması ve devlet kurma gibi ideallerin teolojik gerekçelerle bilinmeyen bir geleceğe tehir edilmesi şeklinde olmuştur.

Roma sürgününden sonra Yahudiler, Hristiyan ve İslam topraklarına dağılmışlardı. İslam topraklarında, Yahudiler ehli kitap kabul edildiklerinden, İslam ümmetinin bir parçası olmuşlardır. İslam otoritesi altında Yahudiler kendi yaşamlarını ve Yahudi öğrenimini Tevrat’a bağlı kalarak devam ettirdiler. Diğer taraftan Hıristiyanlığın egemen olduğu topraklarda ise Yahudilerin durumu oldukça vahimdi. Yahudiler Hz. İsa’nın katili görüldüklerinden, yoğun bir Hıristiyan nefretiyle karşı karşıyaydılar. Tarihsel anlamda yoğun bir Yahudi nefretinin olduğu Avrupa’da en hazin sorun Engizisyon mahkemesi olmuştur. Engizisyon mahkemeleri gettoların büyümesine yasaklar koymuş ve bu gettoların dışında yaşamayı yasaklamıştı. 1492’den sonra ise Yahudilerin yaşam koşulları tekrar zorlaştı. Yahudilerin önlerine iki seçenek konuldu: Din değiştirme ya da ölüm. Bu Yahudilerin yaşadığı ne ilk ne de son trajedi olacaktı.

Yahudilik ve etnik aidiyet

Avrupa'da, aydınlanma çağının başlamasıyla birlikte Yahudiler üzerindeki baskılar bir nebze olsun hafiflemişti. Fransız Devrimi’nden önce Fransız milliyetçileri Yahudilerin etnik aidiyetten kopmalarını ve Fransız ulusuna dâhil olmalarını isteyip; buna karşılık onlara dinlerini özel alanda özgürce yaşayabilecekleri teminatını verdiler. Bu formül Yahudilerin “evde Yahudi, sokakta Fransız” olmalarını öngörüyordu. “Evde Yahudi” olmaktan kasıt dinî ibadetlerini özgürce yerine getirebilmeleriydi. Aslında bu formül asimilasyonu öngörüyordu. Ama pek çok Yahudi bu durumu kabullendi ve etnik arka planından yalıtılmış Yahudilik, yani Musevilik bu ortamda doğdu. Bu dönüşüm Yahudi geleneklerine göre devrimdi; çünkü tarihte birkaç istisna dışında Yahudilik hem dini hem etnik aidiyeti barındırmıştı.

Ulus devletlerin oluşması ve milliyetçiliğin doğrudan veya dolaylı etkisi, Yahudilerin temel paradigmasını kökten değiştirdi. Öncelikle Fransız devriminden sonra Yahudi-karşıtlığı yerini Anti-Semitizm’e bıraktı. Bu Yahudi nefretinin ırksal zemine kayması anlamına gelmekteydi. Bu anlamda en temel kabul edilen iki anti-semitist hareket olan Çarlık Rusya’sındaki Yahudi pogromları ve Dreyfus davası, Siyonizm’in doğuşuna sebep oldu. Bu durum, daha önce yaşanan dinî anlamda Yahudi düşmanlığından pek farklı değildi. Bu, toplumsal anlamda bir Yahudi sorunu olarak algılandı. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan Siyonistler bunun temelde evrensel bir sorun olduğunu ve bu durumdan kurtulmanın tek yolunun Yahudilerin kendilerine ait bir devletlerinin olması ile son bulacağı fikrine vardılar.

İlk olayda, 1881’de, Yahudiler Rus Çarı Nikolai’ın öldürülmesinden sorumlu tutulmuş, bundan dolayı bütün Rusya topraklarını saran pogrom dalgası başlamış ve 200’ü aşkın şehirde Yahudi mahalleri yağmalanmıştı. O günlerde dünyadaki Yahudi nüfusunun yarısının yaşadığı Rusya’da birçok Yahudi Rusya’yı terk etmek durumunda kalmıştı. Geri kalanlar ise Yahudi geleneklerinden farklı bir çözüm önerisiyle ortaya çıkmışlardı. Bu çözüm önerisinin adı Siyonizm’di. Siyonizm’in en önemli ideologlarından Leon Pinsker’in yazdığı ‘kendi kendini özgürleştirme’ makalesinde, 2 bin yıldır eziyet çektiklerini, başka milletler arasında azınlık olarak yaşadıkları sürece bunun böyle devam edeceğini ve bu durumda kendi devletlerinin kurulmasının elzem olduğunu söylüyordu. Kavramsal olarak ilk kez 1886 yılında Siyonizm, modern bir terminoloji olarak Messiyanizm’e aykırı olarak ortaya çıkmıştır.

Siyonizm’in kurucusu

İkinci olayda ise, Fransa ordusuna bağlı bir subay olan Alfred Dreyfus, askeri sırları Almanya’ya satmakla suçlanmış, 1894 yılında askeri mahkeme tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilmişti. Bu davada delillerden çok Alfred Dreyfus’un Yahudi etnik kimliği temel alınmıştı. Olay, gelecekte siyasal Siyonizm’in kurucusu olacak Theodore Herlz’i derinden etkiledi. O dönemde asimilasyonu benimseyen Herlz, bu davadan sonra bütün fikirlerini değiştirdi. Ona göre bu olay Anti-Semitizm’in doğal bir yansımasıydı ve Yahudi sorununun sebebi ekonomik ya da dinî değil siyasi idi. Siyonistlere göre, Yahudi meselesinin temelinde Yahudilerin başka milletlerin topraklarında bir azınlık olarak yaşamaları yatmaktaydı. Bu azınlıkta olma hali ve devletsizlik sürüp gittiği müddetçe Yahudilerin kötü muameleye uğramasının önüne geçilmeyecektir. Bu durumun son bulması için, Yahudi devletinin kurulması gerekmekteydi. Fark edileceği üzere, Siyonist akım Yahudi düşünce tarihinde bir devrim oluşturacak niteliktedir. Tanrının affı yerine kendi kendine özgürleştirme yolu tercih edilmiştir. Bu yüzden, dışardan zannedildiğin aksine Siyonizm tam anlamıyla seküler, hatta dine meydan okuyan siyasi bir harekettir. 1896 yılında yazdığı kitabında (Yahudi Devleti) birçok sorunun cevabını veren Herlz, kurulacak devlette din adamlarının yetkilerinin sınırlı olacağını söylüyordu. Bunun yanında devlet rejiminin teokratik olmayacağını da vurguluyordu.

Üç Ahit İnancı

Siyonizm’in ortaya çıktığı ilk günden itibaren Ortodoks Yahudiler, bu durumun Tanrı’nın emirlerini çiğnemek olduğunu belirtmiş, neredeyse tüm platformlarda Siyonistleri tel’in etmişlerdir. Çünkü Siyonizm’in Üç Ahit İnancı’ndan bir uzaklaşma olduğu mütedeyyin Yahudilerin gözünden kaçmayacak kadar açıktı. Bu gerçek, Ortodoks Yahudiliğin önemli dinî liderlerinin Siyonizm’i sapkın bir hareket olarak görmelerine yol açtı ve bu olay Yahudiler için önemli bir kırılma olan Holokaust’a kadar devam etti. Dindar Yahudilerin Siyonizm’e olan tepkisi devam etse de bu facianın yaşanması, onları Siyonizm’e yakınlaştırdı. Söz konusu yakınlaşma yaşanmasına rağmen Ortodoks Yahudiler tel’in faaliyetlerine devam ettiler. 1947’de Kudüs Başhahamı, halen BM arşivinde de bulunan mektubunu BM’ye gönderdi ve İsrail devletinin kurulmaması için istekte bulundu. BM, Filistin’de yaşayan milletlere İsrail Devleti’ne katılmak isteyip istemediklerini soran bir delegasyon gönderdi. Bu delegasyonun yaptığı incelemeye göre Hıristiyan ve Müslümanlar bunu istemediler. Yahudiler de istemedi. Söz konusu mektupta, Kudüs Başhahamı: “Kudüs’ün uluslararası bir bölge olarak kalması için yalvarıyorum. Biz burada bir Yahudi devleti istemiyoruz ve benimle birlikte olan 60.000 kişi var ve onlar da Yahudi devleti istemiyor” diyordu.

Yine aynı dönemde, Ortodoks Yahudiler arasında bir kırılma sonucu, bir grup Ortodoks Yahudi (Bunlar daha sonra Ortodoks Siyonist olarak anılacaktı) İsrail’in kuruluşuna rıza gösterdi. Hâlbuki Agudat İsrail ve Ortodoks hahamlar Peel Komisyonu Raporuna karşı çıkarak İngilizlerin mandası altında yaşamak istediklerini belirtince Siyonist anlayış sekteye uğramıştı. 1947 yılında Siyonistlerle Agudat İsrail Partisi arasında yapılan Centilmenlik Antlaşmasıyla Yahudi devleti kuruldu. Hahamlar kuruluşu desteklemeseler de bu duruma menfi bir tavır takınmayacaklardı. Bugün dahi, İsrail’in kuruluşuna hiçbir şekilde rıza göstermeyen, hatta yıkılması için faaliyet gösteren onlarca Ortodoks Yahudi kuruluşları bulunmaktadır. Çünkü onlara göre, Siyonistler, Neşideler Neşide’sindeki Üç Andı-Aşkı Vaktinden önce uyandırmayın ilkesini çiğneyip, kutsal kitaplarda bahsedilen “zor kullanarak İsrail’e girme yasağını” çiğnemişlerdir.

[email protected]