Yargının hukukla sınavı ve HSYK seçimleri

YILMAZ ENSAROĞLU Yazar
20.09.2014


Yargının hukukla sınavı ve HSYK seçimleri

Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yargı, sürekli tartışılan bir erk olmuştur. Bu tartışmaların, son dönemlerdeiyice arttığı ve yargıya yönelik bir güven ve meşruiyet sorunu doğurmaya başladığı görülmektedir. Yargının bu kadar tartışılmasının kökeninde, farklı ama birbirini besleyen ve üreten pek çok sorun bulunmaktadır. Ancak yargıyla ilgili tüm sorunların temelinde, Türkiye’de yargının varlık nedeni, yargının misyonu sorunu yatmaktadır.

Yargı niçin var?

Demokratik hukuk devletlerinde yargının varlık nedeni ve temel işlevi, kişi hak ve özgürlüklerini korumaktır; yani herkese hakkını vermektir, adaleti gerçekleştirmektir. Türkiye’de yargıya yüklenen temel misyon ise, devleti, devletin çıkarlarını ve güvenliğini korumaktır. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, başından itibaren yargıya rejim kurucu ve koruyucu bir rol yüklemiş ve yaptıkları tüm hukuk dışı uygulamaları, kurdukları mahkemeler eliyle meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Devlet ve rejim söz konusu olduğunda ya da muhaliflerin bertaraf edilmesi gerektiğinde, istisnai yetkilerle donatılmış özel yargı organları kurulmuş ve bu mahkemeler aracılığıyla, pek çok hukuk dışı uygulama gerçekleştirilmiştir. İstiklal Mahkemeleri, 1944 Davası, Yassıada Mahkemesi, 1971 yargılamaları, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, CMK 250 ile ve TMK 10 ile Yetkili ve Görevli Mahkemeler, hep bu anlayışın ürünü olan ve pek çok hukuksuzluğa aracılık etmiş özel yargı kurumlarıdır.

Bu zihniyetin sonucu olarak yargı, başından itibaren hukuk ve adalet dağıtan bir güç olmaktan çok, devleti ve rejimi koruyup kollayan bir vesayetçi güç odağı olarak var olmuş ve hukuki bir aktör olmaktan çok siyasi bir aktör gibi hareket etmiştir. Söz konusu anlayış ve misyon, bugün de yargı mensuplarının bir kısmının zihin dünyasına hâkimdir ve yargının işleyişine ve kararlarına yansımaktadır. Yargı tarihi, siyasi muhaliflerle ilgili verilen utanç verici yargılama ve kararlarla doludur. Yargı, taraflara karşı gözleri kapalı adalet dağıtmak ve siyaseti, siyasi iktidarları hukuken denetlemekyerine, siyaset yapan, siyaseti dizayn eden bir aktör gibi davrandıkça, daha çok tartışılıp sorgulanmış ve yargı kararlarıyla kamu vicdanı arasındaki makas, her geçen gün daha fazla açılmıştır. Bugün, yargıya güven yüzde 25’lere kadar düşmüşse, bunun en önemli nedeni, yargının hukuk dışı tutum ve işlemleridir.

Yargının, kendisine yüklenen bu işlevi yerine getirebilmesi için, hukuk eğitiminden başlayan ve yargıda kimlerin görev alabileceğine kadar uzayan bir dizi politika uygulanmıştır. Böylece yargı mensuplarının zihin dünyası “terbiye edilmiş” ve yargıya özel bir kadro egemen olmuştur.

Tek Parti dönemi boyunca Kemalistlerin denetiminde olan yargıda, kendilerinden olmayan kişilerin görev almasına izin verilmemiştir. CHP iktidardadır ama yargının kapıları, CHP’ye oy veren Alevilere de kapalıdır; dindarlar ve Kürtler başta olmak üzere, devlet ve rejim için ‘tehdit’ olarak kodlanmış diğer unsurlara da...

Bu politikalar sonucunda yargı, “ele geçirilmesi gereken” bir güç odağına dönüşmüştür. Bir gün, bir Alevi siyasetçi Adalet Bakanı olduğunda da, binlerce kadroyu tamamen Alevilerle doldurmuş ve bunu kamuoyuna açıklamaktan kaçınmamıştır. Kuşkusuz bu yaklaşım son derece yanlıştır ve yargı için tehlikelidir ama hangimiz, yargı kadroları kendilerine yıllarca kapatılan Alevilerin bu tutumunu eleştirebiliriz ki... Dahası, bu tutumu, pozitif ayrımcılık olarak görüp meşrulaştırmak bile mümkündür. Ne var ki, bu kadrolaşma belirli bir güce kavuşunca, yargıda oligarşik bir hegemonya kurarak, kendileri dışındakilere göz açtırmamış, yıllarca uğradıkları haksız uygulamaları, başkalarına yapmaya başlamışlardır.

Aynı şekilde, yargıda kendilerine yer verilmeyen çevrelerden biri olan ve tüm partilerle sıcak ilişkiler kurmaya çalışan Gülen Hareketi de, yargıya yönelik özel bir strateji geliştirip uygulamıştır. Yargıda kadrolaşma çalışmalarını ağırlıklı olarak ANAP döneminde başlatan bu Hareket, AK Parti iktidara geldikten sonra, emniyetin ardından “yargıyı da ele geçirme”yi stratejik bir hedef olarak önüne koymuştur. Bu hedef doğrultusunda, kendilerine mensup ve yakın yargı görevlileri arttıkça, yargının tüm etkili mekanizmalarına hakim olmaya ve diğer hakim ve savcılar üzerinde egemenlik kurmaya başlamışlardır. Daha öncekilerin yaptıkları gibi, bunlar da, kendilerine yapılan haksızlıkları başkalarına yapmaya başlamış ve kendileri dışında hiç kimsenin yargıda etkili olmasına izin vermemişlerdir. Güç, belli bir noktaya gelince, herkes gibi onlar da zehirlenmiş ve yargı gücünü kullanarak çeşitli siyasi ve ekonomik operasyonlara girişmişlerdir.

Nihai hedef: HSYK

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da, kurulduğundan beri tartışmaların odağında yer almıştır. Kamuoyunda, Adalet Bakanı ve Müsteşarının Kurul’da yer almasının ‘bağımsızlık’ ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle yapılan tartışmalar daha çok bilinmektedir. Ancak HSYK ile ilgili asıl sorun, hâkim ve savcıların geleceklerini, kariyer planlarını doğrudan etkileyen yetkilere sahip olarak kurduğu oligarşik hegemonyadır. Birbirine çok yakın beş yüksek hâkim marifetiyle veya onlara yaslanarak yargı, birçok soruna kaynaklık etmeye başlamış; sadece hükümetleri değil, bazen Meclis’i dahi çalışamaz hale getirmiştir. Bunun üzerine, 2010’da, HSYK’daki bu hegemonyaya son vermek ve Kurul’u daha çoğulcu ve demokratik bir yapıya kavuşturmak amacıyla Anayasa değişikliğine gidilmiştir.

Anayasa değişikliği

Daha önce HSYK’nın, Bakan ve Müsteşar dışındabeş üyesi vardı ve tamamı, Yargıtay ve Danıştay tarafından önerilip Cumhurbaşkanı tarafından atanıyordu. 2010 değişikliğinden sonra HSYK, Bakan ve Müsteşar hariç, 20 üyeli bir kurul oldu. Bu değişikliğe göre, 4 üye Cumhurbaşkanı, 3 üye Yargıtay Genel Kurulu, 2 üye Danıştay Genel Kurulu ve 1 üye de Adalet Akademisi Genel Kurulu tarafından seçildi. En önemli değişiklik ise, kürsüde görev yapan hâkim ve savcıların, kendi idari mekanizmalarının belirlenmesine yetki sahibi kılınmasıydı. Bu çerçevede, 7 üye adli, 3 üye de idari yargı hâkim ve savcıları tarafından seçildi.

Peki, bu anayasal değişiklikle beklenen gerçekleşti ve HSYK gerçekten çoğulcu bir demokratik mekanizmaya dönüştü mü? Hayır! Eski HSYK’nın egemenleri gitti, yeni HSYK da, başka bir grubun, ‘Gülen Hareketi’nin kontrolüne geçti. Elbette Kurul üyelerinin tamamıaynı gruptan değil ancak söz konusu Grup’tan olmayanların etkisiz olduğunu söyleyebiliriz.

HSYK seçimleri

HSYK’da, bir grubun hegemonyası, bugün artık kanıt gerektirmeyecek kadar açığa çıkmıştır. O yüzden, kadrolaşmanın vardığı düzeyi gösteren iki örnekle yetinelim: 14 Şubat 2011’de yürürlüğe giren 6110 Sayılı Kanun uyarınca Yargıtay’a 160, Danıştay’a da 51 yeni yüksek hâkimin seçilmesi sürecinde, seçilme yeterliliğine sahip 5503 hâkim ve savcının dosyası, her bir dosyaya bir dakika bile düşmeyen bir hızla incelenerek atamaları yapıldı. Nitekim bu üyeler, daha sonra yapılan tüm seçimlerde blok oy kullandılar. Bunun yanı sıra, yeni HSYK ile meslekte yükselme kriterlerinin nasıl değiştiği, daha doğrusu, nasıl bozulduğu iyi bilinmektedir. Eskiden Yargıtay’ın verdiği onama/bozulma kararlarının çok sağlıklı olmadığı söylenirken, bunun yerini yeni HSYK’nın ‘yeni müfettişleri’nin raporları aldı ve hâkim/savcılar eski sistemi arar hale geldiler. Çünkü hâkim ve savcılar, daha müfettiş gelmeden kendisine kaç puan verileceğini bilmektedirler. Bu ve benzeri uygulamalar yüzünden, 2010’dan önce yargıya güven %60 iken, şimdilerde %25’lere düşmüş bulunmaktadır.

12 Ekim’de yapılacak HSYK üyelerinin seçiminin bu kadar gündem olmasının arkasında, çok az kısmına değinebildiğimiz bu süreç yatmaktadır. Nitekim tartışmalarda öne çıkan temel soru(n), HSYK’ya hangi hukuk/yargı anlayışına sahip kimlerin seçileceğinden çok, yargının kimlerin ya da hangi anlayışın eline geçeceğidir. Tekrar edecek olursak, yargıyla ilgili temel problemimiz tam da budur; yani yargının “ele geçirilecek” veya “ele geçirilmesi gereken” bir iktidar aracına dönüştürülmüş olmasıdır. Yargıtay’ın HSYK seçimlerini alelacele öne alması da, yargıyı ele geçirmeye ya da ‘son kale’yi kaybetmemeye dönük ve 12 Ekim’de oy kullanacak hâkim-savcıları etkilemeye yönelik örgütlü bir operasyon olarak değerlendirilmektedir.

12 Ekim’den sonra da yargıda sular muhtemelen durulmayacak, tartışma bitmeyecektir. Seçim sonuçlarına göre, “yargıyı ‘bir cemaat’ veya ‘bir parti’ ele geçirdi” suçlamalarına şimdiden hazır olalım. Ne var ki, kim seçilirse seçilsin, sonuçların bir “Pirus zaferi” olması istenmiyorsa, bir an önce, yargının daha fazla tartışılmasının ve yara almasının önüne geçmekgerekiyor. Yargıda ve yargının idari mekanizmalarında çoğulculuk ve eşitliği, adaleti, hakkaniyeti sağlamak; insanların etnik kökenine, mezhebine, siyasi görüşüne, yaşantısına bakmaksızın, ehliyet ve liyakatini esas almak gerekiyor. Hepsinden önemlisi, ihtiyacımızın yargıçlar devleti değil, hukuk devleti olduğunu unutmamak gerekiyor.

[email protected]