Yeni Türkiye: Devlet aklı halk irfanı

M. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
29.11.2014

Demirel’in, 28 Şubat’ta 9. Senfoni’yi dinledikten sonra “İşte çağdaş Türkiye!” diye haykırması o günlerde ezilen dindarlar için ne kadar ötekileştirici ise, Davutoğlu’nun Tunceli’de verdiği resim o kadar kucaklayıcı ve kuşatıcıdır.


Yeni Türkiye: Devlet aklı  halk irfanı

Artık kimse devletin önünde diz çökmeyecek. Çünkü bundan sonra milletle beraber yürüyecek olan devlettir. Ayrımcılığı tırmandırmak isteyenlere hiçbir fırsat vermeyeceğiz. Orada (Tunceli’de) bir Alevi dedesi elimi öpmeye çalıştı. Ben de onun elini öpmeye çalıştım. O resim aslında yeni Türkiye’nin resmidir.”

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Tunceli ziyareti sonrası yaptığı grup konuşmasından alınan bu cümleler, bir bakıma yeni Türkiye’nin anlamını ve resmini ifade ediyor. Devlet ile halk, akıl ile irfan kucaklaşıyor. Bir Alevi dedesi ile musafaha ederken tevazudan eğilen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve iki insanın karşılıklı el öpme girişimi... Süleyman Demirel’in, 28 Şubatta 9. Senfoni’yi dinledikten sonra “İşte çağdaş Türkiye!” diye haykırması ne denli plastik ve o günlerde ezilen dindarlar için ötekileştirici ve yaralayıcı ise, tersine Başbakan Davutoğlu’nun Tunceli’de verdiği “İşte Yeni Türkiye!” resmi de bütün ülke için o kadar kucaklayıcı ve kuşatıcıdır. Ancak Türkiye’nin yenileşmesi sadece devletin değil, bütün toplumsal, siyasal ve bürokratik aktörler ile yapıların birlikte gerçekleştirmesi icap eden bir süreçtir. Bunun ilk adımları şeffaflaşma, geçmişe takılmadan geçmişle hesaplaşma ve gerekirse bedel ödemedir. Yaraları ıslah olmaz kangrenlere dönüştüren kan ve kin davalarından arınmak için, öncelikle hastalığı kabul ve teşhis, sonrasında tedavi etmek gerekir. Bugün Türkiye bir yandan bunu yapmaya çalışırken, diğer yandan bünyeye ekleşen yeni hastalıklara karşı mücadele veriyor.

2008 yılında basılan “Türkiye’de Siyasal Katılım” kitabında ülkenin içinden geçtiği şeffaflaşma sürecinden söz ederek bütün köklü siyasal ve sosyal aktörlerin bunu yaşamaları gerektiğini belirtmiştim: “28 Şubat sonrası siyasal İslam bu bedeli büyük ölçüde ödedi. TSK, Hilmi Özkök ile başladığı şeffaflaşma sürecini İlker Başbuğ döneminde kısmen devam ettirmeye çalışsa da, büyük sıkıntılar yaşamaktadır. CHP açısından ise, Deniz Baykal gibi arızî bir f/aktörün frenlemesiyle henüz bu süreç başlamadı. Kendiliğinden değil de, dış etkenlerle başladığı takdirde CHP’nin daha da küçüldüğü veya dönüşerek daha sağlıklı ve güçlü bir yapı halinde -Baykalsız- ortaya çıktığı görülebilir.”

Aradan geçen zaman boyunca yukarıdaki tespitlerin bir kısmı gerçekleşti. TSK halen sıkıntılar yaşasa da daha açık, iletişim kuran bir yapıya dönüşme sürecini devam ettiriyor. Dindarlar içinde kendisini diğerlerinden ayrıştıran bir cemaatin eski Türkiye döneminde elde ettiği mevzi iktidar kazanımlarını Yeni Türkiye’ye taşımaya çalışması bir tür darbe girişimiyle sonuçlanmış ve akamete uğramış görünüyor.

Öte yandan, “Baykalsız” yola devam eden CHP, Dersimli Kılıçdaroğlu önderliğinde “tedirgin, ürkek, kuşkulu” adımlar ve geri adımlar atmaya devam ediyor. Ama en önemlisi, ülkenin tarihi, coğrafyası, kültürü, yani halkıyla kucaklaşmasını ifade eden Çözüm Süreci, milli bir proje olarak organik bir biçimde yürüyor. Elbette, dışarıdan müdahale girişimleri ve gözlemcilik özlemleri ustaca bir nezaketle geri çevrildikçe, yerli ve “değer”li olmanın bedelleri de ödeniyor. Kendi içinde bir arınma ve özeleştiri sürecini gerçekleştiremeyen CHP, maalesef, Türkiye’nin sahici sorunları konusunda atılan çözüm adımları karşısında da “ne şiş yansın ne kebap”tan öte bir duruş sergileyemiyor. Peki ya konu Alevi meselesi ve Dersim olunca?

Konu Dersim olunca, gözlerin “Dersimli Kemal”e çevrilmesinden tabii bir şey olamaz. Zira hem CHP lideri olması hasebiyle devletin “tunç eli”ni temsil eden, hem de Dersimli olması hasebiyle aynı “tunç el”in mağduru olan bir şahsiyet bulunuyor karşımızda. Bazı istatistiklere göre, 15 bine yakın insanın can verdiği, 12 bin civarında Dersimli’nin zorunlu göçe tabi tutulduğu 1937’de ülkeyi bir parti devleti şeklinde yöneten CHP iş başındaydı. AK Parti hükümetinin alicenaplık göstererek eski Türkiye’nin günahlarını üstüne alma pahasına dilediği özürden Dersimli Kemal’in CHP’sine de bir pay düşmez mi? 1923-1950 arasında, 27 yıl boyunca tek parti olarak devlete hükmetmiş bir siyasal hareket, sadece artı hanesine yazdığı puanlar üzerinden geçmiş ile nasıl hesaplaşacak? Bu arada, talimat gereği toplu halde CHP’ye oy vermiş bulunan ve 12 yıllık AK Parti iktidarını “tek parti” iktidarı olarak adlandıran cemaatin ithal münevverlerine de bir not: CHP’nin tek parti iktidarı Terakkiperver ile Serbest Fırkalar ve birkaç istisnai hareket dışında hiçbir siyasal yapıya izin vermeyen zorunlu bir parti-devlet dönemiydi. Ona “tek parti iktidarı” denme nedeni, iktidarda hep tek partinin bulunması değil, siyasal yaşamın tek partili olmasıydı. 2002-2014 yılları ise Türkiye’de siyasal yaşamın onlarca partiye iktidar imkanı verdiği, ama bu imkanı yalnızca AK Parti’nin kullanabildiği bir “çok partili” dönemdir. Bunu on yaşındaki bir çocuğun anlayacağı tarzda söylemek hem söyleyen hem söylenen için biraz ağır ama AK Parti’nin bir tek parti iktidarı olduğunu iddia edenler, İdrislerinki dâhil 87 siyasal partiyi yok sayarak siyasete ve millete haksızlık etmiş oluyorlar.

Diz çökmeden kucaklaşmak

Bir yanda, kendisi doğmadan önce işlenmiş hataların özrünü dileyen bir olgun devlet tavrı, diğer yanda aynı hataların devamını savunan bir parti anlayışı... Alevi meselesine benzer biçimde, AK Parti, Kürt sorununun en kanlı kesiti olan ve devlet adına yanlış işlerin yapıldığı 1984-1998 arası dönemin sorumluluğunu yüklenme pahasına elini taşın altına koyarak çözüm sürecini ısrarla takip etti. Bu alanda muhalefetten yeterli desteği görmediği gibi ihanet, bölücülük, samimiyetsizlik suçlamalarına da hedef oldu. Ancak bu kararlı ve yapıcı tavır, aslında AK Parti’nin istikrarlı başarısı ile muhalefet partilerinin müzmin yenilgilerinin de temel sebebidir. Bu topraklarda halk irfanının kurucu/yapıcı/inşa edici olandan yana aktığı; kırıcı/yıkıcı/reddiyeci olanı kenara attığı tarihen sabittir. Üzerinde hüküm vermekte zorlanılan netameli konularda taraflardan birinin tavrının zamanla meşru kabul edilmesi halk irfanının ortaya koyduğu irade ile ilgilidir. İşte bu irfanın iradesini yansıtan seçimler de, eskisinin bıraktığı sorunları çözüp artıları arttıran bir Yeni Türkiye anlayışının arkasındaki desteği gösteriyor. Öyleyse, devlet ve milletçe her şeyi tartışarak ama sîretten surete, sembolden hakikate her alanda dönüşerek büyümek kaçınılmazdır.

Yeni ile eski Türkiye denkleminde meselenin her şeyden önce bir değerler ve yaklaşımlar dizisi dönüşümü, yani paradigma değişimi olduğunu fark edemeyen aktörleri zor günler bekliyor. Dedik ya, şeffaflık ve hesap verebilirlik bedelleri olan bir süreçtir. Başarabileni büyük ve yeni yapar. Türkiye de bunu başarırsa büyüyecek ve yenilenecektir. Devlet aklı ile halk irfanının diz çökmeden musafaha ettiği gün, işte o resim yeni Türkiye’nin resmidir.

[email protected]