Yenilgi yenilgi büyüyen hezimet

Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
6.09.2014


Yenilgi yenilgi büyüyen hezimet

I Diyojen

Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, kudretli İmparator Romen Diyojen’i Malazgirt Ovası’nda esir aldığı zaman Diyojen’in hayattan fazla umudu yoktu. Zira kaderinin muzaffer olanın iki dudağı arasında olduğunu iyi biliyordu. Ancak Alparslan, alicenaplık gösterip İmparatoru affetti. Ne var ki, aynı Alparslan, kısa bir süre sonra, yine mağlup edip canını bağışladığı Harzemli Yusuf adlı bir kale komutanının hançeriyle can verecekti.

II Tumanbay

Memluk Devletini zorlu savaşlar sonrası ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim, günler süren kovalamacanın ardından genç Sultan Tumanbay’ı esir alabildi ve otağında misafir etti. Tumanbay, içinde küçük de olsa hayatta kalma umudu taşımakla birlikte, mağlubun kaderinin galipte olduğunu biliyordu. Uzun kararsızlık gecelerinden sonra Sultan Selim, “Yavuz”luğun gereğini yaptı ve Tumanbay’ın canını aldı. Rivayet odur ki, Selim, öldürdüğü düşmanının tabutunu taşıyıp mezarında onun için dua etmiştir.

Her iki misalde de galibin hakkı olan bir tercih bize ışık tutuyor. Muzaffer olan affederse büyüklüğünü göstermiş olur, ama ceza vermek de onun hakkıdır ve bu galibi küçültmez. Çünkü ezeli mücadele tarihinin gösterdiği üzere her iki tavır da meşrudur. Burada dikkate şayan olan, mağlubun trajedisidir. Hatta trajedide iki eşit almaşıktan birini seçme zorunluluğu söz konusu olduğu için, Diyojen ve Tumanbay’ın durumu ondan da ötedir; çünkü seçme hakları yoktur. Kazanmak ya da kaybetmek dışında ihtimali olmayan bir savaşa girmişler ve kaybettikleri için de galibin iradesine teslim olmuşlardır. 

Tarihi galipler yazar, derler ama biz bir de mağlubun zaviyesinden bakalım. Hem Diyojen, hem de Tumanbay son ana kadar yiğitçe çarpıştıktan sonra kaderlerinde yazılı olan mağlubiyeti tatmışlar ve hükme razı olmuşlardır. Diyojen, İstanbul’a dönünce rakipleri tarafından gözleri oyularak vahşi bir şekilde öldürüldüğü, Tumanbay da Yavuz tarafından idam edildiği için durumlarından bir ders çıkarıp çıkarmadıklarını bilemiyoruz. Zira her ikisinin de, son sözleri sorulan Temel’in idam kararının ardından söylediği “Bu bana bir ders olsun” demecini dahi verebilecek fırsatları olmadı. Zaten, girdikleri mücadelenin hüsranla sonuçlanması halinde bunun telafisinin olmayacağını biliyorlardı. Oyunun kuralları baştan belliydi ve bozulması neredeyse imkânsızdı.

Allah’tan, modern demokrasilerde verilen mücadeleler daha mutedil bir ortamda cereyan ediyor. Birileri çıkıp oyunun kurallarını zor ile bozmaz ise, yani darbe veya vesayet girişimleriyle demokratik akışa müdahale etmez ise, galip ile mağlup hayati bedeller ödemek zorunda kalmıyor.

Ayrıca her ikisinin de içinde bulundukları durumdan ders almak gibi bir şansları da bulunuyor. Seçim kazanan taraf, daha iyi olma yolunda düzeltmeler yapıp önlemler alabiliyor. Hatalarını telafi etme imkânını değerlendiriyor, uyguladığı politikaların mükemmele yaklaşması için ufak dokunuşlar yapıyor. Kaybeden ise, hatalarından ders alıp kendini yeniliyor, kadro ve politikalarını gözden geçiriyor... Ama durun bir dakika! Gerçekten böyle mi oluyor?

Son 12 yıldan beri, Türkiye’de her seçimi kazanan ve kendisini sürekli yenileyen, tüzüğüne koyduğu üç dönem ilkesi ile kadro ve politika revizyonunu sancısız bir şekilde gerçekleştiren, örnek demokratik kongrelerle bünyesinde dönüşümü başaran bir iktidar var. Lakin mağlup tarafında durum hiç de böyle görünmüyor. Söylemi, kadrosu, kritik süreçlerdeki tavırları, ülke krizsiz kalmasın amaçlı sistemik müdahaleleri ile karşımızda hiç değişmeyen bir muhalefet duruyor. Üstelik “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer” de söz konusu değil, yenilgi yenilgi büyüyen bir hezimet; her seçimde istikrarlı bir şekilde alınan mağlubiyetler var. Bu ülkede, mağlup olanın kendini hesaba çekmesi, gözden geçirmesi hatta yerine göre koltuğunu terk etmesi gerekirken, bütün bunları galipten bekleyen bir muhalefet dramı yaşanıyor. Her seçimde mağlup olup iktidarın istifasını istemek yaman bir çelişki ve onmaz bir psiko-dramı gösterirken, galibi diktatörlükle itham etmek daha öte bir durumu, seçmene saygısızlığı ve millet iradesini hiçe saymayı işaret ediyor.

Büyüklük de büyüklenme de galibin hakkıdır; yerine göre iktidar her iki tavrı da sergileyebilir. Ancak hezimete rağmen, yüksek kulelerden inmemekte direnen, büyüklenmeye çalışan muhalefetin dramı çözülebilecek gibi görünmüyor. Son olarak, resepsiyonlara katılmama, törenlerde uzatılan eli sıkmama, her sandık mağlubiyetini yargıya veya siyaset dışı odaklara şikâyet etme yaklaşımı, oyunun kurallarını “zor”lama girişimlerinden ibarettir. Şu bir gerçek ki, Yalçın Arı’nın çok isabetle değindiği gibi, Türkiye’de muhalefet yenilgiye uğradığının farkına varamıyor. Bu da onu öğrenilmiş bir çaresizliğe, şizofrenik bir siyaset diline mahkûm ediyor. Peki, bu yenilgiyi kabul etmeme durumu sadece kendisine mi zarar veriyor?

Diyojen veya Tumanbay’ın mağlup olduktan sonra Alparslan veya Yavuz’a direnmeye devam etmelerinin muhtemelen tek bir sonucu olurdu; bu direnişi daha erken biçimde canlarıyla öderlerdi. Bu da kişisel bir bedeldir ve tercih edilirse onurlu bir biçimde ödenmeye değerdir. Ne var ki, efkârı umumiyenin tercihi ve gözü önünde gerçekleşen bir demokratik yarışı kaybeden siyasetçinin yenilgiyi kabul etmeme gibi bir sorumsuzluğu olamaz. Demokrasi oyununun kurallarını zor ile bozmaya çalışan, sürekli iç ve dış vesayet odaklarına selam yollayan bir siyasal aktör bunun bedelini kişisel olarak değil, bütün bir topluma ödetmiş olur. Siyasetin imkânını kullanmayı reddeden bir muhalefet, hem kendi siyasal varlığını tehlikeye atar, hem de peşindeki kitleyi derin bir çaresizlik ve tükenmişlik duygusuna iter. Bunun anlamı, sokağa toplanma, yer altına inme veya dağa çıkma gibi demokratik teamül dışı tehlikeli davranışların teşvik edilmesidir.

Kutuplaşma ve sorumluluk

İşte, Türkiye’de AK Parti seçim zaferlerinin başladığı 2002 yılından itibaren siyasal görüşlerin saflaşması ve bunun topluma “bölünme” olarak yansıması şeklinde kodlanan sosyo-politik ortam aslında tam olarak muhalefetin yenilgiyi kabul etmemesinden kaynaklanıyor. Mağlubun üzerine düşeni yapması için evvela mağlup olduğunun bilincine varması beklenir. Evet, zaferi hazmetmek galibin sorunudur; fakat mağrur veya mütevazı olmak da onun tercihine kalmıştır. Her iki tavır da hak edilmiş bir konumdan doğar. Ancak hezimeti hazmetmek mağlubun sadece bir sorunu değil, aynı zamanda sorumluluğudur. Yoksa hiçbir maç sona ermez, hiçbir atlet finişte koşuyu bitirmez, boks müsabakaları sonsuz rauntlarla uzar giderdi. En kötüsü, yarışma bitmeyince, yeniden hazırlanıp ikinci kez karşılaşma imkânı da ortadan kalkardı. Seçim yarışlarıyla sonuç alınan demokratik siyasette de, hazmedilmemiş hezimetler, bir türlü sona ermeyen nihayetsiz ve yorucu müsabakalara dönüşür; tecrübelerden ders çıkarmayı engellediği gibi, hak edilmemiş bir mağrurluğa, tabanda ayrışma ve çatışmaya yol açar. Türkiye’deki kutuplaşma/bölünme tartışmalarını bir de muhalefetin hezimeti hazmetme sorunu bağlamında okumakta yarar var. Özellikle muhalefetin okumasında...

Zira zaferi hazmedemeyen, onu hak etmemiş olmaz; ama hezimeti hazmedemeyen, hiçbir zaman zaferi hak edemez. Asıl trajedi, hezimeti hazmedemeyenindir.

Alparslan’a ve Yavuz’a rahmet, Diyojen ve Tumanbay’a selam olsun!