Zevâhiri Kurtarmak

Dr. Oğuzhan Tan - Ankara Ünv. İlahiyat Fak.
21.09.2013

İlahiyatlarda felsefe dersi tartışması vesilesiyle, YÖK’ün ve ilgili kurumların nezaretinde geniş kapsamlı bir çalıştay yapılarak Türkiye’de din eğitiminin niteliği bir bütün olarak ele alınmalıdır.


Zevâhiri Kurtarmak

Geçtiğimiz Ağustos ayının 15’inde YÖK Genel Kurulu’nda oy çokluğuyla alınan kararla, İlâhiyat müfredâtında bazı değişiklikler yapıldı. Değişiklik haberi kulaktan kulağa yayılırken zaman zaman “YÖK İlahiyattaki felsefe derslerini kaldırdı/budadı”, “nakilci bir sistem getirmek istiyorlar” veya “İlahiyatı medreseye dönüştürecekler” gibi yorumlar eklendi. 

Gerçekten de YÖK kararıyla birlikte genel program içindeki yeri yüzde 23 olan Felsefe ile ilgili dersler, yüzde 16’ya indirilmişti. Temel İslam Bilimleri ile ilgili toplam dersler ise yüzde 80’den yüzde 78’e inmişti (Oranlar Ankara İlahiyat’ın uygulamasına göredir.)  Rakamlardan da anlaşılacağı üzere Felsefe derslerindeki azalma, Temel İslam Bilimleri’ne yansımamıştı. Felsefeden alınan ders saatleri, sayısı arttırılan ve sekiz döneme yayılan Kur’ân Okuma dersine kaydırılmıştı. 

İkinci olarak, öteden beri bir türlü öğretilmeyen /öğretilemeyen /öğrettirilmeyen Arapça ile ilgili çok önemli bir değişiklik getirildiği söyleniyordu. Buna göre Arapça, hazırlık sınıfından başlayarak, medreselerde uygulanan “geleneksel usûl” ile öğretilecekti. Yani YÖK Arapça konusundaki zaaf noktasını bulmuştu ve duruma doğrudan ve kesin bir çözüm getiriyordu! Osmanlı medreselerinde benimsenen ve  “geleneksel usûl” diye anılan Arapça öğretim metodunda, öğrenci dil, üslûp ve metot açısından oldukça eski, belirli bazı kitapları ezberlemekte ve ezberlediği gramer kurallarını hocasına okumaktadır. YÖK’ün bir öğretim üyesinin hangi yöntemle ders anlatacağını belirlemesinin ya da belirli ders kitaplarını mecbûri hale getirmesinin ne derece bilimsel ve demokratik olduğu bir yana, klasik Arapça öğrenim usûlünün, skolastik bir yöntemden ibaret olduğunun gözden kaçırılması da bilimsel açıdan kaygı vericiydi. 

Tepkilerin niteliği

Her ne kadar karar yazısında yer almasa da hedeflenen şeylerden biri de “İlahiyat Fakültesi” isminin değiştirilerek “İslamî İlimler Fakültesi” yapılmasıydı. Fakat söylenilenlere göre, İlahiyat Fakültelerinin adı kanunla belirlendiğinden, YÖK’te bu değişikliğin yasal açıdan sorun doğurabileceği düşünüldü ve bununla ilgili yasal engelin aşılması için bir süreç başlatıldı. Başka bir deyişle isim değişikliği, geçici olarak ertelendi. 

Aslında son birkaç yıl içinde çok sayıda İslami İlimler Fakültesi açılmıştı. Bu fakültelerin ismi, müfredâtı ve bölüm yapısı, kimilerince YÖK’ün İlâhiyat fakültelerini hem isim hem de muhtevâ olarak tercih etmediğine ve bir alternatif arayışı içerisinde olduğuna yorulmaktaydı. Hatta bazı yorumlarda İslami İlimler Fakültelerinin sayısının İlâhiyat Fakültelerinin sayısının üzerine çıkarılmasının, “azın çoğa ilhâk edilmesi” için bir ön adım olduğu söylenmekte ve bu değişikliğin önceden beri planlandığı fikrine yer verilmekteydi. 

Acaba, ilâhiyât kelimesi neden değiştirilmek istenmişti? Bu değişiklik isteği, kelimenin kullanılışının tarihsel arka planında saklı:  Kelimenin aslı olan theologia Eski Yunan filozofları tarafından, felsefenin ana konularından biri olan metâfizik bağlamında kullanılmaktaydı. Müslümanlardan önce, dinlerini felsefî argümanlarla savunmak isteyen Yahudiler ve Hıristiyanlar, Yunan felsefesinin etkisiyle teoloji kavramını kullandılar. Müslümanlar ise ilâhiyat kelimesi ile Yunan felsefesinin Arapça’ya tercüme edilmesiyle birlikte tanıştılar. İbn Sinâ gibi Müslüman filozoflar da felsefî eserlerinde dar anlamıyla ilâhiyâttan bahsettiler. Fakat Batı’dakinden farklı olarak, ilâhiyât, İslâmî bilim geleneğinde hiçbir zaman İslamî ilimlerin tamamını kuşatan bir üst başlık olmadı. 

Türkiye’de kelimenin öne çıkması oldukça yenidir. İlâhiyât, Osmanlı’nın son döneminde açılan Dârü’l-Fünun’daki Ulum-ı Şer’iyye şubesinin Cumhuriyet döneminde (1924) İlâhiyât şeklinde isimlendirilmesiyle Türkiye’de yüksek öğretim literatürüne girmiştir. Bu fakültenin 1933 yılında kapatılmasından sonra, 1949’da açılan Ankara Üniversitesi İlahiyât Fakültesi’nde de bu isim korunmuştur. Bu fakültenin açılmasıyla ilgili kanun teklifinde “garptakine benzer” bir fakültenin kurulmasından bahsedilmesi de fakültenin isminin neden ilâhiyât olduğu ile ilgili açık bir fikir vermektedir. Bu açıdan bakıldığında, ilâhiyât ismi geleneksel olarak yaygın ve kuşatıcı olmadığı gibi; özellikle seçilmesi bakımından da oldukça politiktir. İlâhiyât isminin bir şemsiye kavram olarak tutulması ısrarı, bilimsel ve geleneksel olarak doğru görünmemektedir. Diğer taraftan tarihin politik uygulamalarına, benzer nitelikte bir tepki vererek, “sistem geri yükleme” yoluyla Ulum-ı Şer’iyye şubesine dönme mantığı da aynı şekilde malûl görünmektedir. Dinî ilimler geleneğimize uygun olan bütüncül bakış, ilâhiyât  ile İslâmî İlimler Fakültelerinin birlikte korunması ve bu farklı fakültelerin müfredâtlarının, farklı amaçlar doğrultusunda belirlenmesidir.

Tepkilere bakıldığında fark edilen en önemli husus, değişikliğin YÖK’ün kurumsal kişiliği yerine bu işin bayraktarlığını yapan ve karar alma süreçlerinde etkili olan belirli isimlere nispet edilmesi. Daha açık bir ifadeyle, yapılan değişikliğe yüklenen anlamların önemli bir kısmı, değişikliğin kendisinden çok; bu isimlerin akademik bakış açılarının, kişisel fikirlerinin ve değişikliği gerçekleştirme biçimlerinin oluşturduğu algılardan ibaret. Netice itibariyle değişiklik, konuyu yakından takip eden bir çok kişi tarafından, etraflıca düşünülmüş kurumsal bir karar olmaktan ziyade karar alıcıların da ikna edilmesiyle oluşturulmuş, belirli bir arka planın tezahürü olarak algılandı. Bu durum da ister istemez niyet okumayı beraberinde getirdi.

Dikkat çeken diğer bir husus ise, değişiklikler hakkındaki tepkilerin niteliği ve niceliğindeki yetersizlik ile ilgili. Nitekim konuyla ilgili görüş beyan edenler, genellikle değişikliğin etkilediği anabilim dallarına mensup öğretim üyeleri ve bazı köşe yazarları ile sınırlı kaldı. 

Bu tartışmalar gündeme gelmeden önce, ilahiyât fakültelerinin müfredâtı hakkında umumî bir şikayet vardı. Fakat, bu karara gösterilen tepkiler sayesinde mevcût ilâhiyat müfredâtından gâyet memnun olan kimselerin de olduğunu görmüş olduk! Yeniyi reddetmek için “müktesep bir vâriyet” olarak algılanan eskiye sarılmak, meselenin bir açmazı olarak karşımızda durmakta. Karara yönelik eleştirilerden bazısı, mevcut durumun korunmasının siyasal ve sosyal öneminden dem vurarak ve Türkiye’nin şimdiye kadar Selefîlik, Vehhâbilik ve radikalizm gibi “âfetlerden” bu müfredât sayesinde korunabildiğini iddia ederek; zaman zaman Diyânet’e biçilen emniyet sübabı rolünü ilahiyâta biçti. Bu süreçte, eski müfredâtın korunmaması halinde “Araplar’a benzemek” gibi bir siyasî faturayla karşı karşıya kalacağımızdan bahseden yazılar okuduk.

Dini eğitim ve teoloji 

Maalesef zevâhire yönelik değişiklikler ve aynı nitelikteki tepkiler hengamesinde yıllardır fakülte odalarında konuşulan daha önemli sorunlar kaybolup gitmekte ve sâthî değişikliklerle ilgili tartışmalar öze dair derinlikli tartışmaların yerine ikame edilmekte. Mevcut durumun bağlamından ayrılıp, ilahiyatın ne olduğu ve ne vermesi gerektiğine dair daha köklü bir tartışma yapılması ise başka bir bahara bırakılmakta. 

İlâhiyât fakültelerinde asıl eksikliği hissedilen felsefe; tefsir, hadis, İslam hukuku, tasavvuf ve kelâm gibi temel İslam bilimleri ile ilgili derslerin verilişinde ihmal edilen felsefedir. Felsefesi yapılmayan, tarihi bağlantıları aydınlatılmayan, medeniyet tarihi, antropoloji gibi perspektiflerden ele alınmayan bir tefsir, hadis ya da İslam hukuku dersi, nakle mahkum, formatlamaya dayalı bir ders olmanın ötesine geçememektedir. Diğer taraftan, ezberletmeye dayalı bir felsefe dersinin de ezberletmeye dayalı başka bir dersten farkı yoktur. 

Tartışma, şimdiye kadar olduğu gibi, sadece bazı derslerin adları ve saatleri ile sınırlı kalmamalıdır. Aslında daha önce yapılması gereken şey şimdi yapılmalı ve bu tartışma vesilesiyle, YÖK’ün ve ilgili kurumların nezaretinde geniş kapsamlı bir çalıştay yapılarak Türkiye’de din eğitiminin niteliği bir bütün olarak ele alınmalıdır. Başka bir deyişle imam-hatip liseleri, ilâhiyât fakülteleri ve mezunların istihdam alanı olan Diyânet ve MEB birlikte düşünülerek bir program geliştirilmelidir. Bu çalıştayda teknik konular yanında, ders içerikleri ve yöntem konusu da ciddi bir şekilde masaya yatırılmalıdır. Din eğitimi, bir formatlama mantığının dışına çıkarılmaya çalışılmalıdır.

İlâhiyât fakültelerinin sayıları, kontenjanları gibi konulardaki ani değişikliklerin uzun vade bir tarafa, kısa vadede ortaya çıkardığı sorunlar irdelenmeli ve bu sorunların İlâhiyat eğitimine ne gibi olumlu ve olumsuz yansımaları olduğu değerlendirilmelidir. Akademisyenlerin, gerekli formasyona sahip olabilmeleri için yöntemler geliştirilmelidir. Sadece yüksek lisans ve doktora yapılması bu konuda yeterli görülmemelidir. 

Umarız, bu tartışmalar ve muhtemel değişiklikler mevziî kalmaz ve demokratik bir yolla tam teşekküllü bir ıslâhâta gidilir.

[email protected]