24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Nurgül varoştan gelir filmimde zorlanmadı

Türk sinemasının usta yönetmeni Erden Kıral’ın son filmi Gece bu hafta sinemalarda. ‘Son nefesine kadar yönetmenliği bırakmayacağını’ söyleyen Kıral, John Hoston gibi film çekerken can vermek istiyor.

Serdar Akbıyık / [email protected]14 Kasım 2014 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Nurgül varoştan gelir filmimde zorlanmadı

Erden Kıral bizim dönemimizde film çeken ve bunu hakkıyla yapmaya çalışan en tecrübeli yönetmenlerden. 2000 öncesi Bereketli Topraklar Üzerinde, Hakkari’de Bir Mevsim gibi unutulmaz filmlere imza atan 72 yaşındaki Kıral, günümüzde ise genç izleyicinin karşısına da Vicdan, Yük ve bu ay vizyona girecek olan Gece ile çıktı. Röportajda Türk sinemasının problemlerine çok doğru yorumlar getiren yönetmenin özellikle ‘Aslında sinema bir burjuva sanatı. Çok ince bir sanat. Bir köylü bakışıyla, bir lümpen bakışıyla iyi bir şey yapmak mümkün değil’ sözü, günümüzdeki sinemasal çıkışsızlıkların bir açıklaması gibi.

-Filminizin senaryosunda neden Zahit adlı romanın bir uyarlamasını tercih ettiniz?

O aslında epik bir roman. 90’lı yıllarda Doğu’da bazı Kürt köyleri boşaltıldı ve onlar İzmir’e, Adana’ya, Mersin’e geldi. Oraya gelen bir aileyi adım adım anlatıyor. Hasan Özkılıç’la daha önce de çalıştım. Romanındaki ailenin kente geldikten sonra parçalanmasıyla ilgilendim.

-Muhalif bir yaklaşım sergilese de Kürt sinemasında sınıfsal sorunlara etnik bakışla  yaklaşıyor. Sınıf mücadelesinin göç ve kentleşme yönü için ne düşünüyorsunuz?

Bir filmin mesajı olmasını benimserim ama Kürt filmlerinde sadece mesaj verme kaygısı var. Sinematografi bence ıska geçiliyor, en büyük sorunları bu. Bir de bu teşvik ediliyor, konjonktürel ödüller veriliyor. Bir film Kürt filmiyse mutlaka ödül veriliyor. Bu onu yapan çocukları da oyuncuları da yanıltıyor. Sinematografiyi ıskalamamak lazım. Dünyanın en politik filmi bence Potemkin Zırhlısı. Neden? Çünkü çok estetik bir film. Bu sağlanmalı. 

-Başrolde yer alan Nurgül Yeşilçay aynı zamanda yapımcı olarak da dikkat çekiyor.

Evet, maliyet karşılığı ortak değil ama kendi aramızda bir anlaşmamız var.

-Vicdan filminden beri paylaşım içindesiniz!

Çünkü doğal yeteneği olan bir oyuncu. Altın bileziği var. Ön hazırlıkta da senaryo aşamasında da beraber olduk zaman zaman. Dolayısıyla onunla pek fazla uğraşmadım çekim sırasında, hazırdı. Benim stilimi gençler de yavaş yavaş görüyor herhalde. Doğaçlamaya çok önem veriyorum. ‘Aklına gelen her şeyi söyle’ diyorum. O, filme bir belge havası katıyor ve gerçeklik duygusunu daha da güçlendiriyor. Aslında yöntemim şudur: Amerikan savaş fotoğrafçılığının tekniğini kullanıyorum. O anı yakalayabilme esası yani.

-Mert Fırat da çok ilginç bir tercih...

O kadar iyi oynadı ki... Kariyerinin en iyi işlerinden biri. Nurgül Yeşilçay zaten o çevreleri çok iyi biliyor. Nurgül varoştan çıkmış, çok yoksulluk çekmiş bir kız. Gerçekçi davranmak için çok fazla zorlanmadı. İlyas Salman’ın ise setteki zorlukları giderilince oyunculuk dehası var.

-Başarılı filmleri olan tecrübeli yönetmenlerin son dönem filmlerinin hayal kırıklığı yaratması üzerine bir yazı hazırlayacaktım ki sizin filmleriniz buna engel oldu...

Biraz ironik olacak ama ben setlerde ölmek istiyorum. John Huston gibi. The Dead isimli filmini çekti ki en iyi filmidir ve setlerde öldü. Sinemadan kopmak istemiyorum ama kendimi yenilemeye çalışıyorum. Şu ayrımı hep yaptım ve arkadaşlara da söylüyorum; teknoloji ilerler ama sanat ilerlemez. Sanat kendi içinde şekil değiştirir. Biz şimdi Picasso’dan Visconti’den daha mı iyiyiz? Hayır! Bizim kuşak Sinematek’ten yetişti, sonraki kuşaklar İKSV’den. Nuri Bilgeler İstanbul Film Festivali’nden çıktı. Film izlemek lazım. Zihin kalıplarında dogmatik olmamaya çalışıyorum. Çünkü büyük bir ustadan, Osman Seden’den geliyorum. Dogmalar yerine kendi sınırlarımı zorlayacak şeyler vermişti bana. Eğer çırağı onun gibi yapmıyorsa o büyük bir ustadır. Ben onun gibi film yapmıyorum ama ondan çok şey öğrendim.

Erden Kıral “En gerçekçi çektiğim filmim” dediği Gece ile kendi içinde bir çatışma yaratmış. Nurgul Yeşilçay’ın odağında yer aldığı hikayede, bildiği sularda yüzen yönetmen başarıda zirvelere çıkarken açlık grevlerini anlattığı ikinci hikayedeyse aynı başarıyı yakalayamamIş. 

Yeşilçam bazen ayak bağı oluyor 

-Türk sinemasına baktığımızda bir kaç tane yönetmen var ‘dalga’ olarak görülebilecek. Mesela Yılmaz Güney ve onun takipçileri, etkilediği yönetmenler, onların oluşturduğu bir sinema var. Daha sonra Nuri Bilge Ceylan var, ondan etkilenen yönetmenler var. Bu yapılanmanın doğru olduğunu düşünüyor musunuz, ya da bu türden bir yapılanmada araya bu kadar zaman girmemeli miydi, sinema olarak birbirinden çok mu koptu?

Mukayeseli bir sinema tarihimiz de yok, rastgele yazılıyor. Bizim kuşağımız Yılmaz Güney’in Umut’undaki faytondan indi. Ondan çok etkilendik. Sonra bizden bir şeyler alan bir kuşak var Nuri ve diğerleri var; Onların da bizden aldığı şeyler var. Biz de Metin Erksan’dan çok etkilendik. Bir piramit gibi düşünmek lazım. Metin Erksan, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz koyuyor ve bir piramit oluşuyor. Orada bizim de bir taşımız varsa ne mutlu. Bu birikimi alıp kullananlar var, mesela Çağan (Irmak) alıp Yeşilçam’ı kullanıyor, güzel de kullanıyor. Fakat Yeşilçam’da öğrenilen şeyler bazen ayakbağı oluyor. Bunlardan da kurtulmak gerekir. Şimdi tutup da Üç Arkadaş gibi bir film yapamazsınız. O döneme çok denk düşen bir film o. Arada kopukluk var, evet. Neden var bu kopukluk çünkü araya darbeler girdi ondan var.

-Bİzİm sİnemamIzda köylülerİn, İşçİlerİn, alt tabakanın hayatları fİlmlerde İşlenmİş ve çok başarılı örneklerİ çıkmıştır ama burjuvazİnİn, kentlİlerİn hayatı denİnce çok fazla başarılı örnek görmüyoruz. Bu acaba yönetmenlerİn genelde taşralı olmalarından kaynaklanıyor olabİlİr mİ?

Mesela Hakkari’de Bir Mevsim Kürt köylerinde geçer ama bir kentlinin gözünden, bir entelektüelin gözünden anlatılır. O biraz da kendi bakışımla ilgili. Ben daha çok köyde kent filmleri yaptım. Kentte köy filmleri yapmadım. Otomobillerin olduğu, uçakların geçtiği bir iki filmim var. Köy filmi, kent filmi, işçi filmi ayrımı biraz suni gibi geliyor bana. Ama Metin Erksan’ın burjuvaziyi anlattığı filmlerin de çok gerçekçi olduğuna inanmıyorum. Tanımıyor burjuvaziyi. Mesela Visconti aristokrattır. Burjuvazi gelince, kapitalizm gelince aristokrasi nasıl yıkılıyor onu çok iyi anlatıyor çünkü ailesi aristokrat. O sınıfın nasıl yıkıldığını çok iyi biliyor. Aslında sinema bir burjuva sanatı. Bir köylü bakışıyla, bir lümpen bakışıyla iyi bir şey yapmak mümkün değil. Paramparça Aşklar ve Köpekler oynadığı zaman hepimiz çok heyecanlandık. O film hakikaten büyük bir duygu yüklü. Bizde de eksik değil bu. Sürü filmini seyredince Volker Schlöndorff, Teneke Trampet’in yönetmeni ‘Bu kadar güçlü duygulara sahip olabilmek için Türkiye’de mi yaşamak gerekir?’ dedi. Bu soruyu Time dergisi de sordu onun ağzından. Hakikaten Yılmaz’ın büyük bir gücü var, büyük bir duygu yüklülüğü var.