16 Nisan 2024 Salı / 8 Sevval 1445

Takımım için yakarım bu gezegeni!

Futbol taraftarlığı yeryüzünde ikamesi olmayan tek aşk mı? Hangi takımın taraftarı sevgilisini takımı için yakacağını söylüyor? Fanatiklik neden futbola özgü? Bu spor gittikçe zenginlere mi hitap ediyor? Araştırmacı yazar Sema Tuğçe Dikici, Yakarım Bu Gezegeni adlı yeni kitabında bu sorulara yanıt arıyor.

Soner Can4 Temmuz 2014 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Takımım için yakarım bu gezegeni!

2010 Dünya Futbol Şampiyonası’nı televizyon ve tribünlerde 3.2 milyar kişi izlemişti. Şu sıralar devam eden şampiyonada bu rakama birkaç yüz milyon seyirci eklendi. Futbol ülke olarak bizim de tutkunu olduğumuz müthiş bir şov. Araştırmacı-yazar Sema Tuğçe Dikici, Çarşı-Bir Başka Taraftarlık adlı kitabından sonra yeni çıkardığı Yakarım Bu Gezegeni ile futbolun bir yüzünün romantizm diğer yüzünün ise milyar dolarlarla şekillenen ilginç bir tutku olduğunu anlatıyor. Yıllardır spor endüstrisinin içinde olan, hem kulüp hem de futbola yatırım yapan markaların masalarında yer alan Dikici, kitabında neden futbolu çok sevdiğimizi kaleme almış. Dikici “Bu güzel sporun ruhunu kaybetmemesini istiyorum. Bir taraftar olarak futbolun gerçek sahiplerinin müşterileştirilmeye çalışılarak gözardı edildiğini düşünüyorum. Bence futbolu bir taraftar olarak yaşamak ona uzak olanlara anlatılacak birşey değil. Allah’a inanmayan birine dini anlatmak gibi bir şey sanki... Futbol sezilerek, hissedilerek aşkına nail olunacak müthiş bir sevgili” diyecek kadar bu sporun tutkunu!

-Türkler sahiden ‘bu gezegeni yakacak kadar’ futbolu seviyor mu?

Kesinlikle! Söz konusu futbol olunca etrafımızda gerçekleşen birçok şeyi gözardı ediyoruz. Şu sıralar binlerce kilometre uzakta devam eden Dünya Kupası’nı, erkekler tarafından ele geçirilen kumandaları, şampiyonluk haftasını, derbilerin önce ve sonrasını bir düşünsenize!

-Kitabınızın adındaki göndermeye gelirsek...

Futbolu gezegeni yakacak kadar mı seviyoruz? Fanatikler için bu böyle. Beşiktaş tribünlerinin güzel bir sözü var: ‘Sevgilim için dünyayı, Beşiktaşım için sevgilimi yakarım.’ Bu esprili ama güzel bir tespittir. Futbol taraftarlığı yeryüzünde ikamesi olmayan tek aşktır. Eşiniz, sevgiliniz, işiniz veya yaşam biçiminiz değişebilir ama eğer gerçek taraftarsanız takımınız asla değişmez.

-Bu fanatik dünya sadece futbol taraftarlığına mı özgü?

Futbolun kitleselliği, içerdiği rekabet, hırs, başarı, ötekileştirme ve ‘biz’ olgusu onu ‘biricik’ kılıyor. Futbol insanoğlunun deneyimlediği her duyguyu inanılmaz bir hızla yansıtabiliyor. Futbol mekan, zaman tanımaz. Mesela Amerikan futbolu için kaskınız, kıyafetiniz, özel sahanız olmalı ama futbol için kağıt kırpıklarıyla doldurulmuş meşin bir yuvarlak ve küçük boş bir arsa yeterli.

-Son yıllarda kadınların futbolu erkekler kadar sevmeye başlamasını neye borçluyuz?

Bu ilginin arka planında 90’lardaki ‘Televole kültürü’nün etkisi büyük. Bu dönemlere kadar futbol daha çok erkeklere hitap eden bir alt kültür konumundayken, magazinle iç içe geçti, ‘show business’ özelliğinin de etkisiyle yaygın popüler bir kültüre dönüştü.

-‘Erkek futbol’un temelindeki lümpenliğin kadınlara da sirayet ettiğini, kadınların kötü tezahüratıyla statların kapandığına şahit oluyoruz.

Futbolun kendi söylemine ait bir durum bu. Nedir bu söylem? Desteklediğimiz takım erkeği yani egemen gücü sembolize ederken, rakiplerimiz kadın figürü yani kadının duygusal, daha korunmaya muhtaç varlığıyla ilişkilendirilir. Sadece futbolun dilinde de değil bütün küfürlerde cinsiyetçilik hakim. Tribünlerde açılan Japon bayrakları, kadın figürü üzerinden yapılan tezahürat ve koreografiler bunun örneği. Kadınlar buna farkında olmadan dahil oluyor. Zaten kadın sövgüyü sadece tribünde duymuyor. Üstelik tribünde kadınlığına belki de hakaret edilmesi rakibin küçültülmesinden daha önemli gelmiyor kimine. Ama nedense kadınlığı, anneliği kutsal addediyoruz ama rakibe gelince öfkemizi de eşine, annesine söverek gösteriyoruz.

-Bu arada sizin futbola ilginiz nasıl başladı?

Futbolu seven bir ailede büyüdüm. Sadece taraftar olarak değil kulüp yöneticisi olarak ya da profesyonel anlamda sahada mücadele ederek de futbolun içine dahil olan akrabalarım bile var. Üstelik her biri de farklı takımlardan. Yani ‘Benim ailemde herkes şu takımı tutuyor’ diyebileceğim bir çevrem yoktu, bu bakımdan şanslıydım. Kendi hür irademle Beşiktaş’ı seçtim mesela.

-Bu ilgi taraftarlık düzeyinde sürebilecekken kitaplara nasıl dönüştü?

Sosyal bilimlerle uğraşanların yazma alışkanlıkları olmuştur hep. Ben akademik eğitimim sırasında da yazmayı seviyordum. Futbolu sosyal bilimlerle kesiştiren o kadar çok şey vardı ki gözlemlediğimi yazmak, benim için sanki bir ödevdi. Hiçbir zaman zorunlu bir iş olarak görmediğim için de hevesim hiç kırılmadı.

Dünya Kupası’nı halktan kaç kişi izleyebiliyor ki?

-Futbol yüz milyonlarca dolarlık sponsorluklarla anılmaya başladı. Bu ondaki amatör ruhu tamamen yok etmeyecek mi?

Sporun, özellikle futbolun amatör ruhunu kaybetmesi yeni bir şey değil. Bu samimiyeti koruyan bir tribünler kalmıştı. Onu da müşterileştirmeye çalışarak başkalaştırıyoruz. Endüstriyel futbolun kuralları böyle emrediyor çünkü. Duygu, ruh, aidiyet ve sadakatin tek ölçütü maddi destekten geçiyor.

-Futbol 20’nci yüzyılda bir alt kültür eğlencesi olarak görülürdü. Bu algı da son yıllarda değişiyor sanki...

Bu da tamamen parayla ilgili. Popüler kültürün sürekli tüketen, sorgulamayan bireylere ihtiyacı var. Neo-Marksistler, ‘Futbol, sınıfsal bilinci yok ederek giderek zenginlere hitap eden, sadece tüketime odaklı ve edilgen bir toplum yaratılmak için kullanılıyor’ derken çok da haksız değiller. Şu sıralar Brezilya’da devam eden Dünya Kupası’na halktan kaç kişi, bilet alarak gidebiliyor bir araştırın bakalım! Final müsabakasının tur şirketlerince 25-30 bin euro’ya pazarlandığı şeye ne kadar halkın oyunu diyebiliriz ki?