26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Üç güzel insana veda

Hayatını şiire adamış Sedat Umran ile Ahmet Erhan gibi iki dev şairi ve ‘fikir adamı’ yazar Mustafa Miyasoğlu’nu son yolculuğuna uğurladık. Üç ünlü isim, geride ölümsüz eserler bıraktı.

GÜLCAN TEZCAN [email protected]17 Ağustos 2013 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Üç güzel insana veda

ÖLÜMLÜ dünya demek kolaydır da, yakınlarımıza veda etmek zordur. Sadece kan bağı yakınlığını kastetmiyorum; sözüne, şiirine, kelimelerine, bestelerine, şarkılarına, resimlerine, duygularına, fikirlerine, hassasiyetlerine ve meselelerine ‘yakınlık’ duyduklarımızın fani dünyadan gidişi de derin sarsıntılara yol açıyor kişisel tarihimizde.

Ramazan Bayramı’nın hemen öncesinde edebiyat ve sanat dünyası art arda ölüm haberleriyle hüzünlendi. Önce edebiyatçı, yazar ve fikir adamı Mustafa Miyasoğlu, ardından şair Sedat Umran ve Ahmet Erhan’ı ebediyete uğurladık... Her üç kıymetimize de Allah’tan rahmet diliyorum. Mustafa Miyasoğlu, ömrünü yazmaya, düşünmeye vakfetmiş bir isimdi. Necip Fazıl’a yetişemeyen kuşaklar olarak O’ndan dinlerdik Üstad’ı ve fikirlerini. Yazmak Miyasoğlu için öylesine yaşamsal ve vazgeçilmez bir eylemdi ki neredeyse son nefesine kadar yazılarına da devam etti. 2006 yılında Abdurrahman Şen’in Genel Yayın Yönetmeni olduğu Sarmaşık kültür dergisinin 10’ncu sayısı Mustafa Miyasoğlu özel sayısı olarak hazırlanmıştı. Ve sanat hayatının 40. yılı vesilesiyle uzun soluklu bir söyleşi yapmıştım Miyasoğlu hocayla. Sevgili eşi Nilüfer Hanım’la birlikte, arkadaşım Yahya Kemal’le beni evlerinde ağırlamış ve saatler süren söyleşide edebiyat hayatını, yetiştiği kültürel iklimi, neden tiyatroda arzu ettiği kadar etkin bir yer bulamadığını konuşmuştuk. Bugün özellikle tiyatro söz konusu olduğunda ‘dindar’ çevreleri bu alana mesafeli durmak ve varlık göstermemekle suçlayanlara Mustafa Miyasoğlu’nun yaşadıklarını hatırlatmakta fayda var.

TİYATRO POLİTİZE OLUNCA...

Edebi birikimini tiyatroya aktarmak isterken neden bu alanda kendine yer bulamadığını şöyle anlatmıştı o günlerde Miyasoğlu: “Beni romana yönelten biraz da tiyatro çevrelerinin 70’li yıllarda çok politize olmasıydı. Kendimi iyi hazırlamıştım tiyatroya. Özellikle lise yıllarımdan başlayarak Anton Çehov, Shakespeare hatta Brecht gibi yazarları okumuştum. Talebelik yıllarımda da Mehmet Kaplan ve Haldun Taner’in talebesi olmak avantajıyla birçok kamu tiyatrosu ile bazı özel tiyatroların da provalarına kadar gitmiştim. Haldun Taner’in eserlerinin basılmadığı günlerde tez yaptığım için ilk dönem dramatik eserlerini tez konusu yapmıştım. Kendimi tiyatroya hazırlıyordum. Hatta bir oyun da yazdım 12 Mart öncesinde. O günlerde bizim içinde bulunduğumuz çevre sosyal çatışmalardan uzak duruyordu. Ben bu çatışmaları objektif bir tarzda Umut Suları adlı oyunuma konu edindim. Öğrenci olaylarının oluşturduğu siyasal karmaşa içinde yurtta kalan bir grup Anadolu gencinin ideolojik tartışmalar içerisinde insan ilişkilerini anlatan bir oyundu. Devlet Tiyatrosu’na, Şehir Tiyatrosu’na verdim oynanması için. Ödenekli tiyatroların dramaturgları bu eserin metnine tahammül edemediler. Bugün Pınar Kür adıyla bilinen yazar, o zamanki adıyla Pınar Kolukısa, Ankara Devlet Tiyatrosu dramaturgu idi. Normal prosedür bir iki ay içerisinde dramaturg eseri okur; ‘repertuara alındı, alınmadı’ diye bir cevap yazarlar. Dramaturg okumuş ama resmen cevap vermiyorlar. Ben de eserim hakkındaki kararı öğrenmek için Ankara’ya uğradım. Sordum piyesi. Dosyaları karıştırdı; ‘Ha, hatırladım’ dedi. ‘O oyunda birtakım şeyler var. Böyle önemli sözleri Devlet Tiyatrosu sahnelerinden senin gibi genç bir yazara söyletmezler!’ dedi. Şehir Tiyatroları’nda da Cevat Çapan’ın karısı Gönül Çapan adından bir dramaturg vardı. ‘Sizin gibi modern bir beyden böyle bir oyun beklemezdim’ dedi. Halbuki Haldun Taner ve Mehmet Kaplan da oyunu çok beğenmişlerdi. Hatta Haldun Taner, ‘Ben bu oyuna on üzerinden sekiz veririm. Hiç kimse bu eserin bir ilk oyun olduğuna inanmaz. Oyun kişilerine objektif davranmışsın’ demişti. Devlet ve Şehir tiyatrolarında oyunumun önü kesilmiş oldu, ben de oyunu bir köşeye bırakıp deneme ve incelemelerle, hikayeler yazmaya başladım. /.../

SANATÇIYI KÜSTÜREN SANAT CAİMASI

1996’da repertuar kurulu üyesi olarak Türkiye Yazarlar Birliği adına Şehir Tiyatrosu’na gidinceye kadar tiyatroya küser gibi oldum. Çünkü bir yazar tiyatrocuların arkadaş gruplarından, kendi yetiştirdikleri gençlerden olmayınca eserleri sahneye konmuyordu. Ben tiyatroya gönül vermiştim, oyun yazmak istiyordum ama çıkış yolu bulamayınca, ben de düşündüğüm oyunları hikayeler şeklinde yazmaya başladım.”

Mustafa Miyasoğlu gibi birikimli bir sanatçıyı bile öteleyen, küstüren sanat ‘camia’sı şimdilerde kurduğu kültürel hegemonyanın sarsılacağı endişesi içinde. Umalım ki daha fazla değerimiz küsüp gitmeden önyargı duvarları yıkılsın, bu toprağın sesini, duygusunu, hissiyatını taşıyan sanatçılar artık ötelenmeden eser verebilsin.