AB ülkeleri Filistin’i neden tanıyor?

Muhammed Berdibek / Yazar
20.12.2014

İsrail’in Gazze’ye her saldırısında Avrupa’nın birçok başkentinde yüz binlerce insanın katıldığı protestolar, Avrupa’daki Müslüman azınlıkların Avrupa karar mekanizmalarında etkili olacağının bir işareti olarak görülebilir. Dolayısıyla Ortadoğu merkezli krizlerin Avrupa üzerinde yaratacağı siyasi, ekonomik ve güvenlik problemleri, AB’nin en temel sorunsalı gibi görünüyor.


AB ülkeleri Filistin’i  neden tanıyor?
2012’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Filistin’in tam üyelik başvurusunu oylamış böylelikle uluslararası toplum, Filistin’i bağımsız bir devlet olarak tanımıştı. Ancak AB üyesi olmadan önce Filistin’i devlet olarak tanıyan ülkeler dışında Avrupa Birliği (AB), Filistin’i tanımaya dair herhangi bir adım atmamıştı. İsveç’in Filistin’i bir devlet olarak tanıması ile başlayan süreç; Fransa, İngiltere, İspanya, İrlanda ve daha sonra da Belçika Parlamentolarının Filistin devletini tanıma çağrısında bulunan tavsiye/sembolik kararları Filistin sorununa yeni bir boyut kazandırdı. 
Peki AB, Filistin’in tanınmasını hangi sebep veya sebeplerden dolayı istiyor? Bu soruya tek bir cevap vermek pek de kolay değil. Öncelikle AB’nin Filistin-İsrail sorununa olan yaklaşımını tarihsel perspektiften değerlendirmek gerekiyor. 
 
AB’nin oluşum süreci;  ekonomik ve teknik işbirliğini esas alan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurulması ile başlamıştır. Bunun yarattığı olumlu hava, daha sonra AB’nin siyasal birliğinin yolunu açmış ve Lizbon Anlaşması (2007)  ile AB tüzel bir kişiliğe bürünmüştür. Lizbon Anlaşması öncesi ve sonrasında AB ekonomik ve siyasi işbirliğine yönelik önemli adımlar atmasına rağmen, dış politika konularında kayda değer bir açılım yapamamış; fakat İsrail-Filistin sorununa birçok açıdan müdahil olmaya çalışmıştır. AB, 1967’deki Arap-İsrail savaşından sonra, BM Güvenlik Konseyinin  “Toprak karşılığı Barış” ilkesini esas alan 242 No’lu kararına saygı duyulmasına yönelik açıklama yapmıştır. 1980’de de İsrail dahil bölgedeki tüm devletlerin varlığını ve güvenliğini tanıyan ve Filistinlilerin yasal haklarının verilmesi gerektiğini içeren Venedik Deklarasyonunu yayınlamıştır. 
 
Soğuk Savaş döneminin hemen ardından gerçekleşen 1990 Körfez krizinde siyasi anlamda bir varlık gösteremeyen AB, bölgedeki inisiyatifini neredeyse tamamen ABD’ye bırakmış ve 1991 Madrid Konferansı görüşmelerinden dışlanmıştır. Buna rağmen bir Filistin devletinin kurulması için açık bir taahhüt içeren 1999 sayılı Berlin Deklarasyon ile yine bölgedeki etkinliğini artırmaya çalışmıştır. İkinci intifadanın başlaması üzerine 2002 yılında Sevilla Deklarasyonunu yayınlayarak 1967 sınırları temelinde bir yaklaşımın geliştirilmesini önermiştir. Son olarak da 2007 yılında başlatılan ve belli yaptırımları içeren Annapolis Sürecine aktif bir destek sunmuştur. 
 
Yeni bir savaş kapıda mı?
 
Geçtiğimiz aylarda İsrail askerlerinin Mescid-i Aksa’ya postallarıyla girmelerinin ardından oluşan gerilim sonrasında, Avrupa Birliği’nin Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin “Dördüncü savaşa izin veremeyiz. Filistin’in devlet olarak tanınması gerekiyor. Bu bizim nihai hedefimiz.” şeklindeki açıklamasının hemen ardından, Avrupa Parlamentosu, 17 Aralık 2014’te Filistin’in devlet olarak tanınmasını prensipte desteklediğini bildiren karar tasarısını kabul etti. AB’nin bu girişimi başlatmasının asıl gerekçesini birkaç başlık altında toplamak mümkün.   
 
Öncelikle AB; ekonomik, teknik ve siyasi işbirliklerinde yaşadığı ivmeyi, dış politika açısından da göstermek istiyor. Bunun doğrudan ve dolaylı olarak AB’nin ABD’den bağımsızlaşan bir dış politika oluşturulmak istemesiyle de açıklayabiliriz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük bir yıkıma uğramış olan Avrupa ülkelerine yönelik kalkınma ve ekonomik yardım paketi olarak tanımlanan Marshall Yardımları (1947) ile ABD, AB üzerinde önemli bir nüfuz oluşturmaya başlar. Ancak bu durum AB’nin her anlamda ABD güdümlü bir oluşum olduğu anlamına gelmemelidir. Nitekim İsveç hükümetinin Filistin’i devlet olarak tanımasının ardından İsrail, İsveç’i sorunu tam anlamadan aceleci karar vermekle suçlamıştır. ABD de kararın “zamansız” olduğu açıklamasında bulunmuştur. Bunun üzerine, İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallström, “Bazıları bunu erken atılmış bir adım olarak niteleyecek; ancak korkarım bu geç bile kalınmış bir adım” diyerek farklı bir duruş sergilemiştir.
 
Birkaç AB ülkesinde, İsrail aleyhinde herhangi bir karara imza atmak, tarihsel süreç içerisinde yaşanan bazı olaylardan dolayı oldukça zor görünüyor. Dolayısıyla Filistin’in sembolik de olsa tanınması Fransa, Almanya ve İngiltere’deki gerilimi artırma potansiyeline sahiptir.  Fransa’da yaşanan Dreyfus Davası (1894) ve Almanya’da yaşanan Holokost (1933-1945) olgularından dolayı,  iki ülkede İsrail politikalarının eleştirilmesi ve İsrail’e yönelik kararların alınması Anti-Semitizme eşdeğer olarak görülüyor. Bu nedenle bu, onların Filistin’i tanıma süreçlerinde karşılarına çıkan büyük bir açmaz olarak görünüyor. Fakat Fransa’nın bu yönde adım atmasının en muhtemel nedeni ülkedeki önemli orandaki Arap/Müslüman azınlıktan kaynaklanmaktadır. Filistin’de Yahudilere “ulusal yurt” verilmesini öngören Balfour Deklarasyonu (1917)  ile Filistin Sorununun belki de baş sorumlusu olan İngiltere’de Müslüman azınlıktan dolayı,  Fransa ile aynı düzlemde bir kriz bekleniyor. Almanya’da ise Arap/Müslüman azınlığın etkin bir politika içerisinde olamamasından dolayı Almanya, kısa ve orta vadede pek adım atacak gibi görünmüyor. 
Sadece Müslüman azınlıkların değil Avrupa solu ve sosyalist hareketlerinin Filistin’e yoğun bir ilgisi bulunuyor. Nitekim Filistin’i tanıma çağrılarını daha çok sol ve sosyalist partilerin yapmıştır. Yine aynı kapsamda, Avrupa solunun FKÖ’yü tarihsel süreç içerisinde bir çok şekilde desteklediği malum. Avrupa Birliği ise hem kendilerine hem de İsrail’e yönelik ılımlı ve daha uzlaşmacı gördükleri FKÖ’nün HAMAS karşısında elini güçlendirerek İsrail-Filistin sorunu çözmek istiyor. 
 
Filistin Avrupa’da!
 
Avrupa Birliği’nin kendi siyasi nüfus alanı içindeki bölgelerde demokratik hakların ve özgürlüklerin artırmasına ilişkin hassasiyetleri, Müslüman ve Ortadoğu ülkeleri için göstermediği bir gerçek. Başka bir ifade ile Avrupa Birliği ülkelerinin kendi siyasi alanları yani ulusal sınırları içinde gerçekleşen demokratik ve insan hakları talepleri ile sosyo-ekonomik etki sınırları (eski sömürgeler), yani kendi ulusal sınırları dışında gerçekleşen olaylara verdiği tepkiler farklılaşıyor. Ortadoğu merkezli bir çok olay, Avrupa Birliği’nin sınırlarıiçinde gerçekleşmese de çeşitli mekanizma ve araçlar vasıtasıyla birlik üzerinde önemli baskılar yaratabiliyor. 
 
Sömürgecilik ile kölelik, sonra da teknik ve ekonomik kalkınma için misafir işçilik statüsünde Avrupa’ya göç ettirilen veya eden Müslüman azınlıkların varlığı, Ortadoğu merkezli herhangi bir krizi otomatik olarak Avrupa krizine dönüştürüyor. Bu doğrultuda,  İsrail’in Gazze’ye her saldırısında Avrupa’nın birçok başkentinde yüz binlerce insanın katıldığı protestolar, Avrupa’daki Müslüman azınlıkların Avrupa karar mekanizmalarında etkili olacağının bir işareti olarak görülebilir. Dolayısıyla Ortadoğu merkezli krizlerin Avrupa üzerinde yaratacağı siyasi, ekonomik ve güvenlik problemleri, AB’nin en temel sorunsalı gibi görünüyor. 
 
Ortadoğu’nun önceliği 
 
Peki Filistin sorunu; söz konusu ekonomik, siyasi ve güvenlik krizlerinin neresinde duruyor? Öncelikle bu durum Filistin’in sembolik öneminden kaynaklanıyor. Neredeyse bütün İslami örgütlerin birinci sıradaki gündem maddesini Filistin oluşturuyor. Hamas’ın, Hizbullah’ın ve benzeri birçok örgütün doğrudan veya dolaylı bir şekilde oluşum süreci Filistin veya Kudüs ile ilgili. Bunun dışında Filistin Sorunu; Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi ulus üstü örgütlenmelerinin çıkış kaynağını oluşturuyor. Bütün İslami hareketlerinin belki de tek değişmez gündem maddesi olan Filistin sorunu nihai olarak sonlanmadıkça Avrupa Birliği, Ortadoğu’da barışın gerçekleşemeyeceğinin farkında.
Birçok AB ülkesinin Filistin’i tanıma inisiyatifini salt insani düzeyde açıklamak yeterince mümkün görünmüyor. Bu elbette topyekun bir reddiye değildir. Ortadoğu’da yaşanan birçok olayda Avrupa ülkelerinin çifte standart uygulamaları belleklere yerleşmiş durumda. Mesela; Fransa’nın Cezayir’de 1992 seçimlerini kazanan FİS’e, AB ülkelerinin 2006’da demokratik seçimlerle işbaşına gelen HAMAS’a, 2012 yılında Mısır’da iktidara gelen Özgürlük ve Adalet Partisine yönelik çifte standart uygulamaları bunlardan bazılarıdır. Bu aşamada, özellikle ABD ve Avrupa’da Ortadoğu’nun radikalleştiğine yönelik iddiaların varlığı trajikomik görünüyor. Çünkü Avrupa Birliği, Ortadoğu’nun birçok yerinde demokratik talepler ile yola çıkanlara reva görülen muamelenin açık veya örtülü destekçisi oldu. Nitekim ABD ve Avrupa Birliği, Suriye’de 2010 yılından itibaren devam eden mücadelenin meşruiyetini görmezden gelmiş ve Esed yönetiminin katliamlarının dolaylı olarak sorumluları olmuştur. Geçtiğimiz aylarda, IŞİD’in Sycess Picot hattını ele geçirmesi, IŞİD lideri Ebubekir Bağdadi’nin Roma’yı hedef alan konuşması gibi sembolik göndermelerle Avrupa’nın tehdit edilmesi sonrasında harekete geçmesi ve Ortadoğu’nun radikalleştiğine dair imalarda bulunması başka bir trajikomik hikâyenin başlangıcını oluşturuyor.
 
Terörle baş etmek...
 
Aslında Avrupa’nın birçok ülkesinden El Kaide ve IŞİD’e katılım oranının artışı bir başka sorun... Batı ülkeleri bu katılımları engellemek için birçok yeni yasal düzenlemeyi gündeme getiriyor. Avrupa ülkelerinin aldığı önlemler, büyük ölçüde kendi topraklarında IŞİD kaynaklı olası bir saldırının yaşanmasını önlemek ve örgütün militan toplamasının önüne geçilmesini amaçlıyor. Aslında bu durum madalyonun yalnızca bir yüzünü gösteriyor. Diğer taraftan IŞİD’e katılmaktan vazgeçenler, engellenenler ve Suriye ile Irak’ta savaşıp gruptan ayrılarak Avrupa’ya dönenler olası asıl büyük tehdit... Başka bir ifadeyle siyasi ve güvenlik krizlerinin Ortadoğu’dan Avrupa’ya kayması en ciddi risk olarak değerlendiriliyor. 
 
Bölgesel anlamda istikrarsızlıkların artması ve bunların doğrudan ve dolaylı Avrupa’ya yansıması,  zaten 2008 itibariyle ekonomik bir kırılganlık yaşayan AB için ciddi bir tehdide dönüşebilir. 2014 yılında OPEC kararı ile aynı oranlarda üretimin devam ettirilmesi kararı, kısa vadede Avrupa Birliği ülkelerini rahatlatsa da orta ve uzun vadede petrol veya doğal gaz endeksli bir krizin ortaya çıkma durumuna zemin hazırlayabilecektir. Zira 1973 yılında Arap-İsrail savaşı sonrasında Avrupa’yı derin bir şekilde etkileyen petrol krizinin yaşanmaması AB ülkelerinin en büyük arzularından biri. 
 
Sonuç itibariyle, uluslararası toplumun hem pratik hem de retorik düzeyde önemli bir gündem maddesini oluşturan İsrail-Filistin sorunun ortadan kaldırılması amacıyla başlatılan BM ve daha sonra AB inisiyatifinin kısa ve orta vadedeki sonuçlarını kestirmek çok kolay değil. Avrupa Birliği, hem Yahudi lobilerini hem Müslümanları hem de kendi iç kamuoyunu tatmin etmek zorunda olduğu bir sürece başlamış bulunuyor. Bunun yanında, AB, bir tarafta ABD, İsrail, Filistin ve diğer Arap Ülkeleri arasında bir orta yol tutturmak diğer tarafta ise Ortadoğu’da yaşanan siyasi, ekonomik ve güvenlik krizlerinin birlik ülkelerinin sınırları içinde istikrarsızlığa dönüşmesini engellemek istiyor.