Büyük restorasyon:Devlet ve milleti demokrasi ve medeniyetle birleştirmek

Doç. Dr. Murat Yılmaz /Stratejik Düşünce Enstitüsü
30.08.2014

Erdoğan ve Davutoğlu, Türkiye’deki temel meselelerde karar verici mecranın siyaset ve demokratik otoriteler olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymuş oldu.


Büyük restorasyon:Devlet ve milleti demokrasi ve medeniyetle birleştirmek

Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014’de ilk defa yapılan seçimle halk tarafından Cumhurbaşkanı seçilmesiyle evvela AK Parti’de başlayan ve giderek siyasi yelpazeyi ve siyasi sistemi etkileyeceği anlaşılan büyük değişim döneminin içindeyiz. Bu değişim ilk nişanesi AK Parti içinde yapılan istişareler neticesinde seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu önce AK Parti Genel Başkanı sonra da Başbakan olarak tercih etmesiyle başladı. Ahmet Davutoğlu 27 Ağustos’daki AK Parti Kongresiyle genel başkan oldu 28’inde yeni hükümeti kurmakla görevlendirildi, 29 Ağustos’da hükümeti kurdu. Herkesin merak ettiği konu AK Parti’deki genel başkan değişimiyle başlayan değişimin sınırlarının ne olacağı ve Davutoğlu’nun bahsettiği restorasyonun ne anlama geldiği... Bütün bunları tahlil edebilmek için uzak ve yakın tarihe bakmak elzem.

Osmanlı Devlet ve medeniyetini tasfiye eden Birinci Cihan Harbinin 100. yıldönümünde Türkiye AK Parti hükümetlerinin iddialı restorasyon projesiyle tarihe ve coğrafyaya dönüyor. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki Soğuk Savaşla kendi kabuklarına çekilen devleti ele geçiren bürokratik zümrenin devleti çağdaşlaşma adına kendi medeniyet referansından ve Türkiye’yi beslendiği havzadan tecrit eden cebri bir “epistemolojik kopuş” yaşandı. Ancak ne tek parti döneminin ne de 27 Mayıs sonrası vesayet sisteminin “cebri altı oklu epistemolojisi”, demokrasiyle ve milletin devlet telakkisiyle uyuştu. Millet, “devlet” üzerinden kendi ontolojisine ve habitusuna karşı bürokratik zümrenin yaptığı sert ve kaba müdahalelere rağmen, devletin asli sahibinin kendisi olduğunu ve demokrasi sayesinde bu problemin aşılacağı bilinci, özgüveni ve sabrıyla bekledi. Türkiye’deki her demokratikleşme hamlesi, Türkiye’yi içeride milletten dışarıda habitusundan başlayarak dünyadan koparan vesayet sistemine karşı sivil bir direnişi ifade ediyor ve milletin desteğini alıyordu. Mamafih bu sivil direniş darbeler veya vesayet sisteminin yargı müdahaleleriyle cebren bastırılıyordu.

Türkiye’deki vesayet sistemi, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolleşen soğuk savaşın bitmesiyle geri çekilmesi gerekirken tam aksine, rejim üzerindeki hakimiyetini arttırdı. Bu şekilde vesayet sisteminin ortakları haline gelen “merkez” partilerin çevreden, yani toplumdan, tabanlarından kopmalarına yol açarak sistemin sıklet merkezini zayıflattı. Bu zayıflığın sonucunda artık vesayet sisteminin içindeki aktörler tarafında dahi demokratikleşme ve reformlarla restorasyon gerekliliği kabul edilmişti. Çünkü restorasyon olmazsa, devletin varlığının iç ve dış baskıya dayanamayacağı artık açığa çıkmıştı. Bu vadide,  vesayet sistemine teslim olmamış bir siyasi hareketin önü açıldı ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde “muhafazakar demokrat” AK Parti iktidara geldi. AK Parti iktidarı, vesayet elitlerinin onay verdiği iktisadi ve siyasi reformları harekete geçirirken giderek siyasi yelpazenin ana aktörü hakline geldi. Vesayet sisteminin darbeci unsurlarının devletten ayıklandığı bu dönem, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşmasıyla sona erdi. Vesayet elitlerinin reformları denetlemek ve sınırlamak arzusu, aynı zamanda vesayet sisteminden vazgeçmek istemediklerinin de işaretiydi. Vesayet elitleri ve kurumları, reformların ve restorasyon hareketinin kendilerine yöneldiği an can havliyle  “fabrika ayarları”na döndü. Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıra ve 367 kararı vesayet sisteminin ne kadar gözü kara olabileceğini ve rezilleşebileceğini yeniden hatırlattı.

2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, AK Parti’nin meşru zemini koruması ve vesayet odaklarına hayır demesi anlamına gelen “diklemeden dik durmak” tavrıyla aşıldı. 2007 sonrasında vesayet sistemi yürütmede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın dirayeti sayesinde geriledi ve 12 Eylül 2010 referandumuyla da bel kemiği kırıldı. 2011 seçimlerindeki anayasa vaadine ve TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na rağmen, Yeni Anayasa yapılamadı ama başörtüsü, 8 yıllık kesintisiz eğitim, katsayı engeli, Kürtçenin ve dini bilgilerin seçmeli ders olması, gayrımüslim vakıflarının problemlerinin çözülmesi hep bu dönemde yapılan reformlarla mümkün olabildi.

AK Parti Daniell Pappies’ın işaret ettiği üzere vesayet sistemini aşan yeni bir yazılım veya sürümle eski rejimi aştı. AK Parti, milli görüş hareketi içinde “yenilikçi hareket” olarak bilinen grubun, milli görüşün ötesinde,  dönemin Türkiye’sine hitap eden  “yenilikçi parti”ye dönüşmesiyle kurulmuştu. Kuruluş döneminde tüzüğe konulan parti görevlerindeki üç dönem sınırı, milli görüş hareketindeki gelenekçilerle beraber Türkiye siyasetindeki kireçlenmeye ve profesyonelleşen merkez siyasi kadroya karşı yenilik arzusunu ifade ediyordu. AK Parti iktidardaki üçüncü dönemiyle şimdi tüzüğün sınırlarıyla karşı karşıya kaldı ve yenilenmek zorunda olduğunu görüyor. Bu arada vesayet kurumları ve koalisyonu, Gezi olayları ve 17/25 Aralık soruşturmalarıyla siyasete klasik yollar dışında yeni sürümlerle müdahale yollarını denedi ama başarılı olamadı. Bu denemeler, başarısızlığına rağmen, AK Parti’nin reformlarının ve restorasyonun tamamlanması gerektiğini bir kez daha hatırlattı.

10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, AK Parti’ye bu değişimi ve yeniden Türkiye siyasetinin yenilikçi hareketi olarak ortaya çıkabilme imkanını verdi. Böylece AK Parti bir yandan vesayet sisteminin tasfiyesi ve arkasındaki yüzde 50’lik destekle beraber özgüven ve istikrar içinde kendi içindeki değişikliği gerçekleştirerek kurumsal bir partiye dönüşüyor, diğer yandan da Türkiye’deki büyük değişimi anayasal çerçeveye ve kurumlaşmaya dönüştürmeye yöneliyor. Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde vesayet sistemini tasfiye eden AK Parti, şimdi Davutoğlu ile muhalefetin yenilenmesinden önce kendi sürümünü yenilemeye çalışıyor. Acaba Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti “uyum içinde” 3 Kasım 2002 öncesinde olduğu gibi AK Parti’yi aşarak bütün Türkiye’ye hitap eden yenilikçi hareket olmaya devam ettiklerini gösterebilecekler mi?

Tarihdaşlık, kaderdaşlık

AK Parti Kongresindeki konuşmalarındaki ufukla Erdoğan ve Davutoğlu, Türkiye’deki temel meselelerde karar verici mecranın siyaset ve demokratik otoriterler olduğunu çok net bir şekilde ifade ettiler. Davutoğlu son 12 yılda yaşanan büyük değişimi, Türkiye’nin Birinci Cihan Harbi’yle içine girdiği iç ve dış siyasetteki vesayetten çıkış, milletle devlet arasındaki cebri epistemolojik kopuşun sonu, tarihdaşlık ve kaderdaşlıkla varolan aidiyetin “eşit vatandaşlık”la tamamlanması olarak takdim etti. Türkiye Devleti’nin içeride milletle demokratik yollarla bütünleşmesi, dışarıda tarihi ve kültürel havzasına açılarak dünyalaşması Yeni Türkiye’nin medeniyet tasavvuru ve istikameti olarak ortaya konuldu. Bu medeniyet tasavvuru, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Skyes-Picot antlaşmasıyla kurulan bölgesel düzenin çöküşü karşısında artan çatışma, mezhepçilik, kabileleşme tehlikeleriyle Türkiye’nin değişimine ve yumuşak gücüne karşı yapılan meydan okumaya verilen güçlü bir cevaptır. Davutoğlu, bu büyük hedefe ulaşabilmek için çözüm sürecinin tamamlanması ve paralel yapı başta olmak üzere demokratik iradeyle bağdaşmayan her türlü bürokratik unsurun tasfiye edilmesinin hayati derecede ehemmiyetli olduğunu açıkça ifade etti. Esasen Davutoğlu’nun tercih edilmiş olması, 12 yıllık değişim sürecinin artık içeriden dışarıya taşma ve taşınma istidadından ve meydan okumadan kaynaklanmaktadır.

Davutoğlu’nun ilk kabinesinden de anlaşılacağı üzere AK Parti’nin yeni sürümü restorasyon ve muhafazakarlık anlayışına uygun bir şekilde “tedricen” gerçekleşecektir. Tıpkı 12 yıllık reform sürecinin tedricen gerçekleşmesi gibi... Bu bakımdan büyük kopuşlar ve kırılmalar bekleyenler yanılacaklardır. Davutoğlu 12 yıllık reform sürecinde içerideki vesayetçi bürokratik zümreye karşı geliştirilen özgüvenin şimdi Türkiye dışına, dünyaya taşınması anlamına gelmektedir. Davutoğlu bu bakımdan 3 Kasım 2002 öncesine göre içeride sağlam ve demokratik bir zemine sahip olmanın avantajına sahiptir. Davutoğlu’nun misyonu, içeride Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüzde 52’ye ulaşan oy desteği ve bu haliyle Türkiye siyasetinde yüzde 50 üzerine çıkan üçüncü karizmatik liderin enerjisini, partide ve demokratik hukuk devletinde kurumlaştırmaktır. Bu yapılabildiği ölçüde demokratikleşmeyle beraber iktisadi gelişme de devam edecektir. İktisadi gelişme, Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki başarısının hem sebebi hem sonucudur. Türkiye 2014 yılı itibarıyla BM Kalkınma Programı’nın İnsani Gelişme Endeksinde 90. Sıradan 69. sıraya bu gelişme sayesinde sıçramıştır. Bu şekilde insani gelişmede yüksek standartlara ulaşan Türkiye’nin bu eğilimi devam ettirmesi halinde bir kaç sene içinde en yüksek insani gelişme ligine sıçraması mümkündür. Davutoğlu yurt dışında ise bölgede ve dünyada medeniyet perspektifiyle Türkiye’nin yumuşak gücünü arttırarak bütün dünyayla kalkınma, işbirliği ve barış inşasıyla ortaklık geliştirme perspektifini ortaya koymuştur. Davutoğlu’nun ilk kabinesi, açılımların yanında Türkiye’nin ekonomik istikrar ve AB değerlerine bağlılığını ortaya koymuştur. Davutoğlu, önümüzdeki dönemde medeniyet perspektifiyle muhafazakarlığın “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek”, denge ve uyumla bütünlüğü muhafaza etmek mottolarını siyasi hayata aktarmak durumundadır.

[email protected]