25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Darbesever şairler!

1960 ASKERÎ DARBESİNDEN HEMEN SONRA YAZILAN VE YAYIMLANAN ÜRÜNLERDEN DERLENMİŞ NECDET EVLİYAGİL İLE ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN’IN HAZIRLADIĞI ÇAĞDAŞ TÜRK ŞİİRİ SEÇKİSİNDE DEVRİM ŞİİRLERİ’NE AYRILAN BÖLÜM O DÖNEM DARBEYE ALKIŞ TUTAN ŞAİRLERİ ELE VERİYOR.

TURAN KARATAŞ16 Ekim 2014 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Darbesever şairler!

Güçten yana olmak, güçlüye yakın durmak, insan fıtratında var olan bir özelliktir. İnsan hâllerindendir. Kimilerinde daha etkin bir yer tutan bu yaratılış özelliği, fevkaladelik arzetmedikçe ayıplanamaz. Ne var ki, gücün boyunduruğu altına girmek, ona râm olmak, zâlime ve zulme alkış tutmak derekesine gelirse kınanır bu hâl. Terbiye edilmezse, kontrol altında tutulmazsa insan onurunu yok edici bir illete dönüşebilir. Sanat dünyasına baktığımızda, her devirde iktidarın yanında yer alan, hissedilir bir yerde mevzilenen, erki elinde bulunduranlara destek veren, dahası eserleriyle iktidarı öven, alkışlayan sanat adamları olmuştur. Klasik edebiyatımızdaki kasidelerin çoğunun söyleniş/ yazılış amaçlarından birincisi budur. Bu yolda en fazla dile getirilen, sanatkârın iktidardan uzak durmasıdır. Fakat şurasını açık edelim, sanatçının her koşulda, her zaman, her yönetime veya yöneticiye muhalif olması gerekmez. Kimilerinin zannettiği gibi, sanat eseri ortaya koymak için, böyle bir ‘muhalif duruş’ şart değildir. İktidarın beslemesi olmadığı sürece ona yakın ya da uzak durmak; yönetenlerin âdil oluşları, nitelikleri ve hakkaniyetleri mesabesinde kendine bir mevzi belirlemek; sanatçının tayin edeceği bir tutumdur. Bir çeşit tercih hakkıdır. İlkesel bir davranıştır bir bakıma. Enis Batur’un bir başka vesileyle söylediği “Toplum çalkalanmaya başladığında, yazarın ve sanatçının mesafe ayarı konusunda sıkıntılar yaşadığı görülmüştür” tespiti, bu bahiste de hatırlanmalıdır. Aslına bakılırsa, ideal toplumlarda, sanatkâr, yönetenlerin peyki değil, yön tayin edicisi olmalıdır. Bir çeşit kılavuz yani. Kimi durumlarda, bilhassa sözü/ yapıtı ölçüttür, mihenk taşıdır. Eserlerini iktidarların icraatlarına bakarak ortaya koymaz. Yönetenlerin, sanatçının eserine, işaretine bakarak uygulamalarına çeki düzen vermeleri, üstlerini başlarını silkelemeleri, hizaya gelmeleri gerekir. Sanatçının iktidara yakın durma çabası değil, tersine bir vaziyettir özlediğimiz. Yani yönetenlerin sanatçıya yakın durma gayretleri. Diktatör ( ) yöneticilerin egemen olduğu toplumlarda, sanatçının neredeyse üç seçeneği vardır: 1. Dışlanmayı, sürgünü, hapsi hatta ölümü göze alarak hiçbir ideolojik tutuculuğa kapılmadan yönetenlerin yanlışlarını göstermek. 2. Karşılaşabileceği meşakkatlere katlanamayacağı için susup köşesine çekilmek. 3. Güç budalasının yani diktatörün yanında yer alıp onun her yaptığına alkış tutmak, en hafifinden onay vermek. İlk kümedekiler, örnek alınası idealist sanatkârlardır. İkinci zümrenin de zaman ve zemine göre anlaşılabilir, affedilebilir bir tarafları vardır. Üçüncü taife, maalesef topluluklarının/ mesleklerinin yüz karasıdır. Onlara bulunacak uygun sıfatların başında “sefih” gelebilir. Bu seviyesiz sanat heveskârları içinden, diktatör sofralarından beslenmelerini, aç kalmamak, hayatiyetlerini sürdürmek uğruna yaptıklarını fırsat buldukça eşe dosta anlatan, bir çeşit ‘vicdan azabı’ çeken, ‘masum’ yahut ‘mazur’ görünmeye çalışanlar çıkabilir. Bu tutum bile, bir dereceye kadar anlaşılabilir. Lâkin bu yüzsüzlüğü, alçalmaklığı adeta şiar edinenlere ne demeli! Bu ‘baykuş’ taife, bilhassa olağandışı dönemlerde ortaya çıkar. Meşru iktidarları sudan bahanelerle alaşağı edip yönetimi ele geçiren yani darbeyle işbaşına gelen zorba muktedirlerin yanında görünürler; dilleri dışarı düşene kadar onları ‘alkış’larlar. Bunlar ‘darbesever’ gazetecilerdir, edebiyatçılardır, sözde sanatçılardır. 1908’deki İttihat ve Terakki kalkışımından, 1960 ihtilalinden, 12 Mart Muhtırasından, 80 darbesinden sonra övgülü yazılarla, vıcık vıcık manzumelerle, sulu sepken şiirlerle darbecileri selamlamışlardır.

İBRETLİK BİR BELGE

Bakın şimdi, ‘ibretlik belgeler manzumesi’ denecek bir kitap var elimizde. Bu türden olağandışı dönemlerin edebiyatı, şiiri adına yüzkarası örnekleri içeriyor. Necdet Evliyagil ile Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hazırladığı Çağdaş Türk Şiiri (Ankara: Ajans Türk Matbaası) adlı bir seçki. Üzerinde kayıt yok ama bir takvimin armağanı olduğu için, seçkinin 1962 yılı başlarında basıldığı/ yayımlandığı anlaşılıyor. Görünüşüyle ‘şirin’ bu kitabın bir bölümü (s. 363-422), 1960 askerî darbesinden hemen sonra yazılan ve yayımlanan ürünlerden derlenmiş Devrim Şiirleri’ne ayrılmış. Necdet Evliyagil’i bugünün gençleri tanımazlar. Bu şiir tutkunu adam 1992 yılına kadar yaşadı. Hatırlıyorum, ölümüne yakın zamanlarda bile, başka kanalın olmadığı o devirde, TRT kanalında coşkuyla şiirler okudu. Ümit Yaşar’ı belki bazı şarkı sözlerinden ya da ‘televizyon şairi’ Ahmet Selçuk İlkan vasıtasıyla tanıyanlar vardır. Her ikisine de her vazife ve vaziyet ‘yakışacağı’ için, doğrusu edebiyatımız içindeki mevkileri, mevzileri belli olduğu için, hazırladıkları şiir seçkisinde niçin böyle bir bölüm ihdas ettiklerini tartışmak faydasızdır. Fakat bir yıl önce, 1960’ta askerlerin meşru iktidarı devirmelerinin ardından, darbecilerin eylemlerini yücelten, öven, alkışlayan ürünler yayımlamak suretiyle bu iki ‘eyyamcı’ya malzeme verenlere ne demeli? Bugün ünü kalmayan ufak tefek onlarca ismin ürünü var da, edebiyat tarihlerinde, şiir seçkilerinde, şurda burda karşımıza çıkan/ maalesef hâlâ çıkmakta olan isim de az değil “devrim şiirleri” kısmında. Örnekse Behçet Kemal Çağlar, Kerim Aydın Erdem, İbrahim Zeki Burdurlu, Sabahattin Teoman, A. Rıza Ergüven, Mehmet Salihoğlu, Ahmet Altümsek, Suat Taşer, Vehbi Cem Aşkun, Sabih Şendil, Sami Akalın ve Toktamış Ateş. Evet, yakın zamanların ateşli Atatürkçüsü, biraz da demokrat Toktamış Hoca. O zamanlar 17 yaşında. Darbeyi alkışlayan ‘şiir’ söyleyerek ‘hattı müdafaa’daki yerini alıyor. Ürünleri bahsettiğimiz kitaba alınmamış olsa da, 1960 darbesi vesilesiyle şiir yazan Cahit Külebi’yi de anmak isterim. Külebi’nin bahse mevzu 28 Nisan ve İkinci Cumhuriyet başlıklı şiirleri Bütün Şiirleri (İst. 1982) kitabındadır. İkinci şiirin başlığından kolayca anlaşılacağı gibi, şairimiz, ’60 ihtilâlini ‘ikinci cumhuriyet’ olarak selamlamaktadır. Burada bilvesile küçücük bir hususu belirtmeme de fırsat doğdu. Yukarıdaki isimlerden Kerim Aydın Erdem’in 60 darbesinden bir müddet sonra (1964) TRT’ye metin yazarı olarak girmesinde, sonraki bir dönemde (1989-1993) TRT Genel Müdürlüğü göreviyle taltif edilmesinde 27 Mayıs Şarkısı’nın bir dahli olmamıştır diyebilir miyiz? Ordu darbesine şiir düzen, övgü yazan bu isimler arasında Ahmet Kutsi Tecer’i, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Attila İlhan’ı ve dahası Behçet Necatigil’i görmek şaşırtıyor ve üzüyor insanı. Böyle bir toplam içinde, ilk üç isim neyse de, bilhassa Behçet Necatigil olmasın isterdim. Sevgileri yarınlara bıraktınız, solgun bir gül oluyor dokununca diyerek Türk şiirinin güzel örnekleri arasına katılan yapıtların sahibi bu hassas ve duyarlı yüreğe yakıştıramadım doğrusu. 28 Nisan 1960, 27 Mayıs 1960 başlıklı iki şiirle, olayların, darbenin bir çeşit kendince görünen masum yüzünü anlatıyor Necatigil. Vatanperverliğini, hürriyet sevdasını gösteriyor. Gözü ve zihni açık, kalbi insan sevgisine ayarlı bir şairin, böyle gayrımeşru ve vahim bir olay karşısında hiç değilse susması gerekmez miydi? Onu yazmaya icbar eden neden neydi, bilemiyorum. Belli ki, 28 Nisan 1960’taki üniversite öğrencilerinin gösterisine yapılan polis müdahalesiyle bir öğrencinin öldürülmesi, Behçet Hoca’yı epeyce etkilemiş. Bu nümayişin ‘oyun’un bir parçası yani darbenin hazırlayıcısı olduğunu anlayamamış. Varlık dergisinin 528. sayısında çıkan andığımız şiirleri Necatigil, aynı yılın sonunda yayımlanan Dar Çağ kitabına da tek bir şiir biçiminde almış maalesef. Behçet Hoca, keşke yazıp yayımladıktan sonra bir pişmanlık duysaydı da bu ürünleri kitabına koymasaydı. Dergi sayfalarında kalsaydı, çok gözlerden nihan olsaydı.

DAĞLARCA’NIN AYIBI…

Şiirlerini hep bir temkinle okuduğum ve çok zaman kuru ve ‘hesaplı’ bulduğum, “büyük şair” sıfatını yakıştıramadığım Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ordular Günaydın adlı şiiriyle darbe yapan gücü, büyük bir coşkuyla alkışlamaktadır: “Ordular, gücü topluluğun,/ Ordular toprağımızın çiçeği./ Kavaklardan çamlara dek,/ İşte, en yüce çağların parıltısında,/ Ordular yapar geleceği” Şu dizelere bakar mısınız? Biz de, başımızdan niye “darbe kılıcı eksik olmuyor?” diye düşünüp duruyoruz. Arkasında, yanında bu desteği, böyle coşkulu bir gücü hisseden hangi ordu darbe yapmaz? “Ordular, ulusların usudur” diyecek kadar aklını yedeğe alan şairlerimiz oldukça, niye askerler ensemizde boza pişirmesin? Hiç acımadan denebilir ki, böyle zamanlarda meşru olmayan bir kalkışımın yanında yer almak, açıkça onun borazanı olmak, bırakalım ‘büyük’ sanatkârı, ortalama bir şair için bile en hafifinden züldür, yüzlere karalık verecek bir ayıptır. Eyvah ki eyvah, Türk şiirinin coşkun şairi, taviz vermez Mustafa Kemalci Attila İlhan da o muhataralı günlerin heyecanıyla kaleme aldığı Ay Yıldız’ın Altında başlıklı şiirinde coşkun duygularına gem vuramıyor: “Uyan bre deli çaylak/ uyan telli şahanım/ kışlalarda gürül gürül borazanlar çalınır” diyerek bir müjdeyi ünlüyor! Şairin düşüncesine göre, halkın iradesiyle yönetime gelen iktidar, vatanı ‘işgal etmiş’, ‘kaleleri kuşatmış’tır. Bu vahim manzara karşısında şairimiz, öğrenciyi, basını, orduyu göreve çağırmaktadır! Bunu da ‘müdafaa-ı hukuk’ aşkına, ‘hürriyet, kardeşlik, adalet’ aşkına yapmaktadır. “Şol zalımlar”ın devrilmesi için kalemini kılıçtan keskin kılıyor. Dikkat ediyor musunuz hep aynı senaryo, ta Tanzimattan beri: “Uhuvvet, müsavat, adalet, hürriyet”. İsteğimiz insanî, bahanemiz masum; yaptığımız akıllara ziyan… Son yüzyıl içinde, kanlı, kansız dört beş kez darbe oldu, bunların geldiğini duyan, gören var mı? Attila İlhan’ın yarım asırdan fazla bir zaman önce söyledikleri, bugünlerde ‘ulusolcular’ın ya da ‘ulusalcılar’ın söyledikleriyle tıpatıp aynı değil mi? Durun, bitmedi. Sisler Bulvarı şairi hızını alamıyor. Darbecilerin meşru iktidarı devirmeleri kesmiyor şairi. Daha fazlasını istiyor: “zalımların karşısında durun ha/ saçlarından saçlarından tutun ha/ ha deyince birbirine urun ha”… Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in, bakanlarının ‘uyduruk’ suçlamalarla niye idama gittiklerini, onlarca günahsız insanın Yassıada’da neden sürüm sürüm süründürüldüklerini anladınız mı şimdi! (Bir ayraç, bilenler hatırlasın, bilmeyenler bilgilerine eklesin, ibretlik bir numune olarak işe yarar. Biz bu 27 Mayıs darbesini yıllarca “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutladık! Sanıyorum, 12 Eylül darbesinin işe yarar icraatlarından biridir, bu ‘uyduruk’ ve ‘gülünç’ bayramı kaldırmak.) Yine ibretlik bir örnek. İyimser ve ılık teneffüslü şiirleriyle zihnimde yer eden Mustafa Necati Karaer’in 1961 yılındaki bir soruşturmaya “27 Mayıs Devrimi ile ilgili şiirlerimi Hürriyet Çağına Destan isimli bir kitapta yayımlamayı düşünüyorum” şeklindeki cevabı, mazur görülebilir mi? Karaer’in darbe yapan bir ordunun mensubu (o zaman yüzbaşı) olması bu tutumunu hafifletmeye yetmez elbette. Topluluk asabiyeti böyle davranmayı gerektirir diyebilirsiniz. Fakat her hâlükârda, bir şair için ‘leke’ sayılacak bir davranıştır. Şükür ki, Karaer’in haber verdiği bu kitap basılmamıştır. Şöyle kısacık bir arşiv taraması yapılsa, 1980 yılının son aylarında ve bir sonraki yılda çıkan dergi ve gazetelerde, 12 Eylül darbesini de övgüyle karşılayan yüzlerce yazı, şiir görülür. Ancak, bir farkla, yirmi yıl önce yapılan benzer kanlı bir ihtilali destekleyen sol dünya görüşüne mensup şair ve yazarlar, şükür ki, bu sefer darbecilerin yanında görünmezler. Bunun nedeni, 12 Eylül darbesinin “solcuları” hedef aldığına dair düşünceleridir. Bilmezler ki, bu kanlı ihtilalle birlikte nice muhafazakâr, mütedeyyin, milliyetçi genç adam da ya işkence görmüş ya hapislerde çürümüş ya da öldürülmüştür. Her yakadan da nice ocaklar sönmüştür. Sözü sonuca kavuşturalım. Sanatçının da yanılgıları olur, biri ikiyi geçmemek şartıyla. Fakat halis sanatkâr, bilhassa büyük olaylar karşısında basiret sahibi ve öngörüsü güçlü olandır. Bu cins kafa, bu engin yürek her hâlükârda Hak’tan ve hakikatten yana olmalıdır. Zulme yandaşlıktan, zâlime övgüden, güce taparlıktan beslenen bir ürün, sanat eseri olamaz. Böyle bir bataklıkta sanat eseri yetişmez…