26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Mehmet Kahraman'nın ilk kitabı, Minareden Düşen Ezan

MEHMET KAHRAMAN’IN İLK KİTABI MİNAREDEN DÜŞEN EZAN… HECE YAYINLARI TARAFINDAN OKURA SUNULAN KİTAPTA ON YEDİ ÖYKÜ VAR: GÖRÜNMEYEN, SÖZ OLA, ÇOCUKLARIMIZ, ÇİÇEKLİ PERDE, KAR, ÇÜRÜK YEŞİL, AKSİLİK, PAMUK ŞEKERİ VE DİĞERLERİ… HAYATIN TA İÇİNDEN GELEN, KENDİ SESİNİ ÇOĞALTAN ÖYKÜLER BUNLAR.

MERVE KOÇAK KURT [email protected]16 Ekim 2014 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Mehmet Kahraman'nın ilk kitabı, Minareden Düşen Ezan


Sardunyaları pencere kenarına aldım. Aklımda sürekli o öykü: ‘Penceredeki Kadın’ … Malum, güzün içindeyiz. Belki bu yüzden hikâyeler içimizde birikiyor bizim de. Güzler hep ayrılık mı taşıyor ne. Olsun. Her eylül gibi bu eylül de kendi güzelliğini beraberinde getiriyor. Yeni yüzler, yeni isimler, yeni yerler, yeni işler, yeni yaşantılar… Nasıl da birden geldi son/bahar... Yağmura karışan rüzgâr, kelimelerini sürükleyerek peşinden, kulaklarımıza şöyle fısıldıyor: Bak, hayat ne kadar sürprizli bir şey! Sen yeter ki 'çağır'... Kısa soluklu bir mola veriyorum yağmura, rüzgâra ve kelimelere, TRT Nağme'den Ahat Uruk'un sesi yükselmeye başlıyor: "Sen nisansın, ben sarı eylül"... Eski şarkılar güzelmiş deyip öykülere dalıyorum.


‘SUSARAK, ANLAYARAK ÇOĞALSAYDIK’


“Odanın içini sanki sesler dolduruyor. Karmakarışık. Nerden geliyor bu sesler?” soruyor yazar. Oysa kırık bir radyo nağmesinden başka duyulan bir ses yok. Öykü kahramanlarının yaşadıklarına benzeyen yaşantılarımızda hep aynı filmi izler gibiyiz. Kimi zaman ağır bir hüznün ikindisinde. Tekrar tekrar… Mehmet Kahraman’ın kaleminin sırrı sahiciliğinde galiba. Kahramanlar hep ‘tanıdık’. Yanı başımızdaki komşular, ayrılmış karı-kocalar, pencereden bakan kadınlar, sokakta rastladığımız yaşlılar, başını okşadığımız arkadaş çocukları… Hepsi ama hepsi onun kendine has cümleleriyle selam veriyor okura. Anlatıcılar –kimi zaman kadın kimi zaman erkek- çoğu kez monologlarla sürdürüyorlar ‘hikâye’yi. ‘Görünmeyen’ öyküsü/nde, “Başka bir yer, adı özgürlük olan. Kısa bir süre sonra oradan da sıkılacağın hiç aklına gelmemişti. Kendini götürdüğün hiçbir yer farklı olmayacaktı.” dese bile hayatın tekdüzeliği öylesine hareketli ve sıcak bir şekilde anlatılmış ki öykülerde.


‘YÜZÜ YOKTU KADININ’


Kitabın ilk öyküsü olan Minareden Düşen Ezan’da, geçmişi kirli birinin düzgün bir hayat yaşamaya çalışırken geçmişinin peşini bırakmaması konu edinilmiş. İyi ve kötü arasındaki iki farklı dünyada insanın kendi olarak kalmasının zorluğu vurgulanmış. “Susuyordu pencerenin arkasından sokağa bakarken. Konuşmaya başlasa kendisi de duyacaktı. Ağzı bir açılırsa çorap söküğü gibi gelecekti zihninde biriktirdikleri” diyor Penceredeki Kadın öyküsünde. Babasıyla güçlü bir ilişkisi olan bir kızın annesiyle olan çatışması anlatılmış. Babasının yaşadığı hayattan hatta onun ölümünden annesini sorumlu tutması ve sonrasında bir kaçış olarak evliliği seçmesi.


Çiçekli Perde öyküsünde de eşlerinden ayrılmış iki insanın, kadın ve erkek, iç dünyalarında yaşadıkları gelgitler ele alınmış. Erkeğin gözünden anlatılan olaylar erkeğin hayal sahnesinde gerçekleşmektedir bir bakıma. “Her şey başladığı yerde bitiyor, birbirinin içine giren, fütursuz, delice hayallerin hiçbir sınır tanımadan sahibini aşan karanlık gecede.” Kar öyküsü, yılbaşı gecesi pencereden dışarı bakarken geçmişi hatırlayış. “Büyüdük. Büyüdükçe hayallerimiz, planlarımız, düşlerimiz, düşüncelerimiz, rüyalarımız, beklentilerimiz, aşklarımız, gözlerimiz, bakışlarımız, kitaplarımız, müziklerimiz, şiirlerimiz, korkularımız da büyüdü.” diyor o da. Zor Soru Bir Oyun’dan kalan cümlelerle kapatmalı perdeyi. “Yüzü yoktu kadının, eli yüz hatları gibi çizgiliydi. Arkasına baka baka yürüyordu yerinde olması gereken yüzü görmek için. Ne kadar yürüse de evle arasındaki mesafe hep aynıydı.”


OKUR’UN YAZAR’A SORULARIDIR


Öykü hayatın içinde nerede duruyor sizin için?


Soruda söylediğiniz gibi tam olarak hayatın içinde. Fakat içinde nerede olduğu kısmı dönem dönem değişiyor. Öyküyü önemsiyorum ve seviyorum. Ama bu benim için olmazsa olmaz değil. Yani hayatımın asli unsuru değil. Öykü bir imkân; duygularımı, düşüncelerimi, içimi acıtan şeyleri anlatmak için... Öyle bakıyorum. Bunu yaparken de dünyaya geliş gayemi göz ardı etmeden öykü yazmak istiyorum.


“Oysa susarak, anlayarak, anlaşarak çoğalsaydık.” demişsiniz öykünüzde. Yazmak da bir tür ‘susmak mıdır’ yoksa?


Suskunluğu konuşmanın zıddı olarak ele alacaksak, susmak değildir. Yazmak da bir tür konuşmadır bana göre. Duygunu, düşünceni açık ediyorsun. Konuşmada olduğu gibi seni dinleyen birileri var. Oysa susmak bambaşka bir durum. Konuşmanın açmazları çoğalttığı bir zamanda susmanın tamir edici bir gücünün olduğunu düşünüyorum.


“Ben hikâyesiz biriyim dedin kendi kendine, anlatacak hiçbir şeyim yok.” cümlesini kuranlar için ne söyleyebilirsiniz?


Tek kelimeyle “acınası” bir hal. İnsanın hikâyesinin olmaması demek, anlatacak hiçbir şeyinin olması demek. Yaşamamış olmak demek. Oysa insan anlatmak istiyor, başkaları kendini tanısın, bilsin istiyor. Öyküdeki şekliyle, hayatı dolu dolu yaşamamış olmanın getirdiği bir pişmanlık hali vardır orada. Anlatılacak bir hayat yaşamadım demektir bir bakıma.


“Kahramanlardan geriye kalan nedir?” diye sormuşsunuz. Biz de size soralım. Ne kalır sahi?


Öyküde de söylediğim gibi: Büyük bir isim. Bir insanın isminin geleceğe kalacak olması büyük bir olaydır. Hele ki bu isim babanın ismiyse, annenin ismiyse daha kıymetlidir bir evlat için. Asıl kahramanlarımız onlar değil midir zaten?