25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Aman Allah bana daha uzun ömür vermesin!

1915’te Bulgaristan’da doğdu. Türkiye onu Sorbonne’da okuttu, dünyanın ilk dokümantasyon uzmanlarından biri oldu. Milli Kütüphane’nin kilometre taşlarından oldu. Şimdi 99 yaşında, 83’üncü kitabını yazıyor. Türker Acaroğlu, Zaman Tünelin’de.

Selim Efe Erdem29 Eylül 2013 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Aman Allah bana daha uzun ömür vermesin!

Dedem gibi 97 yaşıma kadar yaşarım sanıyordum çünkü ben de Deliorman’ın hür havasını teneffüs etim. Seneye dünyaya ‘dalya’ diye bağıracağım. Devlet bana çok masraf yaptı. Çifte bursla, Sorbonne Üniversitesi’nde dokümantasyon eğitimi aldım. Ankara’ya döndüğümdeyse İstanbul’a sürüldüm.

Bir insan 100 yaşına kadar nasıl yaşabilir? Dalya demeye hazırlanırken, sağlıklı bir insan olarak yaşamaya ve üretmeye, kitap yazmaya devam etmesi için ne yapması gerekir? Bulgaristan’ın ücra bir köyünde azınlık vatandaşıyken, Türkiye’nin kendi alanındaki en önemli isimlerinden biri haline nasıl gelir? Cevabı şair, yazar ve Türkiye’de milli kütüphanenin kurucularından Mehmet Türker Acaroğlu’nda saklı. Bugün 99 yaşında olan Acaroğlu’nu daktilosunun başında, belki de sadece onun kaleme alabileceği arşiv bilgilerinden derlediği kitapları yazarken buluyoruz. Geçtiğimiz günlerde, binlerce nadide eserden oluşan kitaplığını Maltepe Üniversitesi’ne bağışlayan Acaroğlu, Balkan ve Türk kültürü üzerine 52’si kendisine ait, 36’sı çeviri 88 kitabı bulunuyor. Bu yaşına kadar hayat ne öğretti? Ona göre ‘Dünya güzel ama insanlar kötü, egoist’. Bütün ansiklopedilerin değişmez maddeleri arasında yer alan Acaroğlu’nun 1915’te Bulgaristan’da başlayan, Fransa ve Türkiye’ye uzanan yaşamı, umut dolu örnek bir insan öyküsü gibi...

-Allah uzun ömür versin, şu anda kaç yaşındasınız?

Aman aman, Allah daha uzun ömür vermesin! İstemiyorum ben. Dışı sizi yakar içi beni. Bence insanoğlu arkasından ‘Daha yaşayacak ömrü vardı’ denilebilecek yaşta ölmeli. Benim arkamdansa ‘Zaten ömrünü tamamlamıştı’ derler. Hatta ‘Bu ayın şiiri’ yayınları yapan Çanakkaleli genç bir şair vardı. (Şair Arif Damar, 2010) Benim kitap çıkardığımı duyunca ‘Türker Acaroğlu hala ölmedi mi?’ diye sormuş. Ama o bile benden önce ölü verdi?

KIPÇAKLARIN TORUNUYUM

-99 yılık yaşamın sırrı nedir?

Ben 1915, Bulgaristan doğumluyum. Deliorman bölgesinin merkezi olan Razgradlıyım (Hezargrad). Babam, ben doğduğum sırada 20 yaşında Bulgar vatandaşı olarak askere alınmış. I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ve Bulgar askerlerinin ortak birliği Bükreş’i üç yıl elinde tutmuş. Babam o Romanya cephesinde ölmüş. Beni bir kez, 40 günlük bir bebekken görmüş. Beşiğimi sallayarak ‘Ben bu oğlanı İstanbullarda okuturum’ demiş. O okutamadı ama ben okudum. Dedem büyük bir toprak ağasıydı orada. 97 yaşında öldü ama at üstünde tığ gibi bir delikanlıydı hala. Çok uzaklardaki topraklarımızı at sırtında dolaşır, zamanı gelen yerlere orakçıları gönderirdi. ‘Dedem gibi 97 yaşıma kadar yaşarım’ diyordum çünkü bende Deliorman’ın hür havasını teneffüs ettim. Ama onu da geçtim, 99 oldum. Kızıl ve mavi gözlü olduğu için dedeme Macar Abdullah derlerdi ama onlarla hiçbir ilgisi yok. Osmanlılar Deliorman’ı 1380’de fethe geldiklerinde bakmışlarki kendileri gibi Türkçe konuşan bir halk var. ‘Biz buraya ilk kez geliyoruz, siz nereden geldiniz?’ demişler. ‘Biz Karadeniz’in kuzeyinden geldik’ diye cevaplamış onlarda. Deliorman Türkleri, Kıpçakların, Peçenekler’in torunları. Bugün bile İstanbul Türkçesi’nde olmayan öz Türkçeleri vardır ama hala araştırılmadı. Biz Arapça Acele’yi kullanırız, onlar öz Türkçe ‘alatlamak’ kelimesini. Yeniçeriler orada bin çadır kurmuş. Farsça’da bin Hezar demek. O yüzdenHezargrad adını almış bölge. Benim küçük damadım yıllar önce bana ‘Baba sen herhalde yüz yaşına kadar yaşayıp, dünyaya dalya diye bağıracaksın’ demişti. Bir sene daha yaşarsam ‘Dalya’ diye bağırıp ‘Kusura bakmayın, yolcudur Abbas’ diyeceğim. Eşim Parkinson hastalığının 15’nci yılında, mart ayı başında 85 yaşında öldü. Topkapı’da Sultan Süleyman zamanından kalma bir mezarın ortasında annem yatıyor, sağında Şükran, soluna da ben yatacağım. 

AZİZ NESİN ÖZÜR DİLEYİNCE...

-Hiç sigara ve alkol kullandınız mı?

Hayatımda hiç meyhaneye, kahvehaneye hiç gitmedim. 10 yıl sigara kullandım. Küçük bir kriz geçirince bıraktım. Aziz Nesin, 80’li yıllarda bir Balkan konferansı düzenlemişti ve Yazarlar Sendikası’nın bölgeyi bilen bir üyesi olarak benden de bir bildiri istemişti. ‘Bulgar Halk Edebiyatı’nda Türk motifleri, şiirler, şarkılar, masallar’ şeklinde bir metin hazırladım. Her Balkan ülkesinden bir yazar heyeti sunum yapıyor. Ben kendi sunumumu yapacakken, nefesim daraldı. Bir başka arkadaş metnimi okumaya başladı. Makedonya heyetindeki bir Türk, benim metnime itiraz etti. Bulgarlar Makedonları ayrı bir millet görmez, Bulgar Slav’ı kabul eder. Makedonlar, kendilerinden biri olarak gördükleri Şapkorov’un Bulgar sayılmasına tepki göstererek ‘Hemen özür dilemezseniz, Türkiye’yi terk ederiz’ dedi. Aziz Nesin kürsüye çıkıp ‘Acaroğlu bizden habersiz bir metin hazırlamış. Bir yanlışlık olmuş, düzeltir, özür dileriz’ dedi. Halbuki ben, Şapkorov’un Sofya’da çıkardığı eserdeki Türk motiflerine yer vermiştim. O akşam kalp krizi geçirdim. Tıp fakültesindeki doktor, üzerimdeki paketi alıp ‘Bir daha sigara içmeyeceksin’ dedi. Ben o günden sonra bir daha içmedim ama kontrole gittiğimde doçent olmuştu ve odasında püfür püfür sigara içiyordu. ‘Ben de senin gibi şimdi bir keyfime bakayım da yaşlanınca ben de bırakırım’ dedi. Ankara’da da akşamları bir iki kadeh atmıştım, yolda mideme ağrı girip yolda oturdum. Gelen geçen ‘Bu adam niye oturuyor’ diye garip garip baktı.

-Hayat size ne öğretti?

Şimdiki kanaatime göre dünya çok güzel ama insanlar kötü. Neden? Çünkü birbirlerini çekemiyor, kıskanç. Benim başıma gelenler de bunu gösteriyor...

-Hepimiz bir gün öleceğiz. Ölümden korkuyor musunuz?

Korkmuyorum artık. Hele Şükran da öldükten sonra. Şimdi ağlayacağım. Kozluk’ta bir mezarlığımız var. Ben de oraya gideceğim. Annem ortada yatıyor, bir tarafında Şükran, öteki tarafında ben olacağım. Şimdiden 1915 bile yazıldı mezar taşıma, sadece ölüm tarihim kaldı.

-Şükran Hanım’la nasıl tanıştınız, evlendiniz? Uzun evliliğin sırrı nedir?

30 yaşıma gelmiş ve hala bekardım. Annem mahalledeki terziden yardım istemiş ‘Oğlumu artık evlendirelim. Sizin çevreniz vardır, bir kız bulun’ demiş. Dönemin Ziraat Bankası müfettişi Fethi Aktan’ın küçük kızını uygun görmüşler. İnönü döneminde çıkan ve eleştirilen İnönü paralarının altında da onun imzası var. Kızı görmeye giderken, terzinin oğlunu da getirmişler. Çocuk benden genç, yakışıklı ve hukuk fakültesi birinci sınıf öğrencisi. Kıza ‘İki delikanlıdan hangisini tercih edersin’ diye sormuşlar. Öteki öğrenci ve ne olacağı belli değil, ben memurum ve maaşım var tabii. Beni göstermiş. Kahve getirirken gördüm, 1910’da Girit’ten ailelerden bir Venüs güzeli. Tamam, ben bu kızla evlenirim diye daha oracıkta karar verdim.

İLK İSİMLERDEN BİRİYİM

-Siz ilk kez Fransa Sorbonne Üniversitesi’nde açılan Dokümantasyon Enstitüsü’nün dünyadaki ilk öğrencilerinden biri olmuşsunuz. 1950 yılında bu eğitimi almak nereden aklınıza geldi?

İlk ve rüştiye okullarını Deliorman’da okudum. 1930’da Sofya’ya gazeteci Mahmut Necmettin Deliorman’ın yeni harflerle çıkarmaya başladığı Deliorman Gazetesi’nde çalışmaya başladım. Meğer Sofya elçimiz Tevfik Kamil Koperler para yardımı yapıyormuş, oradaki Türklerin sesi olması için bu dergiye. Elçimizin yardımıyla Türkiye’de okudum. Erzurum’da, Ağrı, Kars ve Ankara’da öğretmenlik yaptım. 1948 yılında küçük bir doküman gördüm ‘Dokümantasyon nedir?’ diye. Yeni bir bilimdalı gelişiyor, kütüphaneciliğin yerini alıyordu. Kursa yazıldım ve sonra devlet beni 1950’de Sorbonne’da açılan Dokümantasyon Enstitüsü’ne gönderdi. Hem de çifte maaş verdi. Maaşımı Ankara’daki eşim alıyor, ben de bana gönderilen harcırahla geçiniyordum.

-Devlet size verdiği bu çifte bursun karşılığını sizden alabildi mi?

Döner dönmez ‘Dokümantasyon ve mahiyeti’ diye bir konferans verdim. Koskoca Milli Kütüphene Okuma Salonu’nda üç dinleyici vardı. Biri eşim, diğeri koridorda ilanı görüp gelen bir okuyucu, diğeriyse bir gazetici! Beni Avrupa’ya gönderen Adan Ötüken bile odasında oturdu da beni dinlemeye gelmedi. Ben bir kişi de olsa, sunumumu yaptım. Ertesi gün Ulus gazetesinin birinci sayfasında kocaman bir fotoğraf: Milli Kütüphane’deki bir konferansın resmidir. Resimde ben konuşuyorum, önümde iki kişi beni dinliyor. İstanbul’daki Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Basma Yazı ve Resimler Derleme Müdürlüğü’ne atandım, Ankara’dan uzaklaştırıldım. Bitirme tezim Paris kütüphanelerindeki Türkler ve Türkiye ile kitaplar kaynakçasıydı. Ama bursla gönderildiğim halde bunu bile basmadılar. Beni hem Türkiye’ye yeni bir bilgi getirmek için gönderiyorlar, hem de dinlemiyorlar. Devlet çok masraf yaptı bana. Yani korkunç bir şey. Bu kelimeyi kullanmak istemiyorum ama kıskançlık oldu galiba. Ben Milli Kütüphane’nin ilk iki isminden biriyim.

Artık daktiloma şerit yok

-Kaç dil biliyorsunuz, kaç yazılı eseriniz var? Bunları nasıl yazıyorsunuz?

Fransızca, Bulgarca ve Rusça biliyorum, Macarca ve Latince’yi anlarım. 52 eserim, çevirilerle birlikte 88’e ulaşan kitabım var. Yayınlatamadıklarım da oldu. Yardımcım yok. Kendim yazabiliyorum. Kendim yürürürüm, bir kulağım daha ağır işitiyor sadece. Hala daktilo kullanıyorum. Ama artık şeritlerini bulmak zorlaştı, üretilmiyor. Zamanında bilgisayar kullanmaya geçmediğim için pişman oldum ama artık geçti.

-İki kızınız varmış ve biri huzurevinde kalıyormuş.

İlk kızım Çiçek, 1948 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Marmara Adası’nda tatildeyken bir balıkçı ile tanışıp evlendi. Sonra boşandılar, şimdi Pendik’teki bir huzurevinde. Küçük kızım Demet, 1956 doğumlu. Bir tane torunum var, 1981 doğumlu Özgün. Kızım Demet, Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünü birincilikle bitirdi. Bodrum’da tatildeyken mimar damadımla tanışmışlar. Yüz üzerinden 99.5 not ortalaması yakalayınca, mezuniyet töreninde rektör ilk onun ismini okumuştu. Heyecanla peşinden kürsüye gitmişim. Rektör ‘Siz kimsiniz?’ dedi. ‘Babasıyım’ deyince ‘O zaman şöyle gelin’ dedi. Oracıkta, kızımıza ABD’de doktora bursu teklif etti. Kızım da damadı çağırıp sordu. ‘Ya ben ya ABD’ deyince, bursu kabul etmedi. İyi ki de etmemiş, gidip orada bir ABD’liyle evlenecekti belki de... Ama çevre mühendisi olan çocuklarını gönderdiler ABD’ye eğitime.