27 Nisan 2024 Cumartesi / 19 Sevval 1445

Nimet miydi külfet mi bilemem...

Tosya’da ‘dinini öğrensin’ diye imam hatipe başlarken günün birinde Diyanet İşleri Başkanı olacağını hayal etmemişti. Hatta Şişli’de öğretmenlik, Afyon’da hakimlik bile yaptı ama aklında hep akademisyenlik vardı. ‘Yenilikçi’ kimliğiyle öne çıkan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Zaman Tüneli’nde.

Selim Efe Erdem25 Ağustos 2013 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Nimet miydi külfet mi bilemem...

Sayın Başbakan’a ilk ziyaretimde ‘Emredersiniz Başbakanım diyen değil işini bağımsız yapan bir Diyanet İşleri Başkanı arzuladığını’ açıkça söyledi.

Kastamonu'da Tosya’nın iki köklü ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Ali Bardakoğlu, imam hatip lisesi yıllarından itibaren din ilimleri alanında akademisyen olmak istese de hayat onu din hizmetlerinin en üst görevine, Diyanet İşleri Başkanlığı’na taşımış. ‘Hayatta çok plan yapmamalı çünkü başlangıçtakinden çok farklı bir yerde kendinizi bulabilirsiniz’ diyen Bardakoğlu, belki de bu yüzden pek çok bakanlıktan daha fazla önemsenen böyle bir makamdan kendi isteğiyle ayrılarak üniversiteye döndü. Görev süresinde kadınlara yönelik düzenlemeleri, yurtiçi-yurtdışı faaliyetleri ve kurumsallaşma çalışmalarıyla dikkat çeken Prof. Ali Bardakoğlu’na, Tosya Sakarya İlköğretim Okulu’ndaki küçük bir çocuğun günün birinde nasıl Diyanet İşleri Başkanı olduğunu sorduk...

-Türkiye’nin bir dönüşüm yaşadığı senelerde, 1952 yılında Tosya’da nasıl bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiniz? Demokrat, muhafazakar, laik, gelenekçi, yenilikçi...

Babam ‘Bardolar’ ailesinden ‘Hacı Usta’ olarak bilinen Mehmet Bey, annem ‘Ermişler’den Ülfet Hanım. Anadolulu aileleri modern kelimelerle tanımlamak haksızlık. Her birinden bir parça vardır.

-Diyanet İşleri Başkanlığı’na uzanan ilmi ve dini yolculuğunuz nasıl başladı? İlk dini eğitiminizi kimden, kaç yaşınızda almaya başladınız?

İlkokula 1958’de Tosya’da başladım. Kur’ân-ı Kerîm’i yaz tatillerinde gönüllü Kur’ân dersi veren mahalle hocası Ayşe Hoca’dan öğrendim. Ailem beni ‘Doğru düzgün dini eğitimi alsın’ diyerek yeni açılan imam hatip okuluna yazdırdı. Hayat bilinmezle doludur, bir yola girersiniz ama o yolun sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz. Onun için hayat çok fazla planlamaya gelmez. Bir yola girdikten sonra karşınıza kırk tane alternatif veya engel çıkar. Başlangıçta bulunduğunuz ile sonunda ulaştığınız yer arasında hiç alaka olmayabilir.

-Sizin öyle mi oldu? İmam hatipli öğrenciler, Diyanet İşleri Başkanı olmayı mı hayal eder?

İmam hatipten itibaren din hizmetleri değil dini ilimler alanında kalmayı istedim. Kısa bir süre hakimlik, valilik düşündüm ama mevlam nasip etti. 1975-1976 yılında İstanbul Şişli Ortaokulunda bir yıl süreyle din bilgisi öğretmenliği, 1977’de Afyon Bolvadin’de hakimlik yaptım ve İslam hukuku alanında doktoramı tamamladım. Üniversitede 40 yıllık serüven var, araya Diyanet İşleri Başkanlığı nöbetinin ardından şimdi İSAM Kur’an Araştırmaları Merkezi’nde ilmi çalışmalara devam ediyoruz. Kitaplar ve ilim dünyası bizim cennetimizdir. Orada rahat eder, oksijeni alırız. Diyanet İşleri Başkanlığı bir meslek değil, temsil makamı ve istisnai bir durumdu. Ayrı bir sorumluluktur ve nimet midir, külfet midir, onu bilemeyiz şimdiden...

-Siz ne hissediyorsunuz, lütuf mu külfet miydi?

Bazen çok büyük nimetlere sahip olur ve onun gereğini yerine getiremezseniz belki ileride ‘Keşke dağ başında hiç imkanı olmayan bir garip olsaydım da bu ağır yük omzuma yüklenmeseydi, bu vebalin altında kalmasaydım’ da diyebilirsiniz. Bizde hakkımızda hayırlısını isteme vardır. Erzurumlu büyüğümüz ‘Murat etme’ der. (İbrahim Hakkı Efendi’nin Tefvizname Şiiri, 1703-1780) Dünya nimetini biraz fazla isteyenlere hayret ederim. Onun ne getirip ne götüreceğini de fazla bilmiyorlardır.

-Geçmişten hep tebessümle bahsediyorsunuz, hayat sizİ çok yormamış gibi.

Çok katı, kuralcı, realiteden uzak ideallere kendinizi şartlandırırsanız hayat zorlaşır. Ama insan ve insan unsurunun zaaflarını tanıdıktan sonra dünyada sizi hiçbir şey şaşırtmaz. Dünya kuruldu kurulalı insanoğlu med cezirler yaşamış. Fıkıh tarihiyle de ilgili olduğum için, niceleri geldi, gelen oldu: Biz geçmişi arı, duru algılama eğilimindeyiz halbuki pürüzsüz değil. Asr-ı saadette bile nice kanlı iktidar mücadeleleri oldu.

-1970’te İstanbul İmam Hatip Okulu, 1974’te İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü, 1975’te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi diploması almış ve 1982’de İslam Hukuku alanında doktora vermişsiniz. O çalkantılı 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerinde siyasi fraksiyonlara eğiliminiz oldu mu?

Yeniden Milli Mücadele Hareketi, Ülkücü Hareket ve Milli Görüş Hareketi, üçüyle de ilgim olmadı. Biz imam hatipte iyi bir dini eğitim aldık. İmam hatip okullu kimliği bize yetti. Belki düz liseden gelseydim, dini heyecanımız da bizi zorlasaydı, bunlardan birinde kendimizi bulabilirdik. İstanbul’da Çarşamba’daki İmam Hatip Okulu’nda okurken böyle şeylere ihtiyaç hissetmedik.

-Bu durum hayatınızı zorlaştırdı mı?

Bu çok iyi bir durum değildi çünkü her biri diğerine mensup olduğunuzu düşünürdü. Milli Görüşçü kardeşlerimiz bizim ülkücü olduğumuzu, ülkücü kardeşlerimiz bizim Milli Görüşçü olduğumuzu. Yanımızda değilsen karşımızdasın gibi... Ama hayatımı zorlaştırmadı, sorun yaşamadım.

-Adı tarikatlarla anılan Çarşamba’da okurken bu gruplardan birine mensubiyetiniz oldu mu?

O zaman cemaatler bu kadar belirgin değildi, böyle bir mahalle oluşmamıştı henüz. Çarşamba deyince imam hatip okulu anlaşılıyordu. Bizim okuduğumuz yıllarda belirleyici olan bizdik, karşımızda Fener Rum Patrikhanesi vardı. Biz daha çok onunla kendi kimliğimizi oluşturuyorduk.

-Tarikata üyelik ihtiyacı neden doğuyor? Kur’an ve sünnetle yetinmek mümkün değil midir?

Tarikatları artık bugün sadece bir tarikat olarak değil bir sektör olarak düşünmek gerekir. Şehirleşen ve yalnızlaşan insanların şehir kültürüne adapte olmasına fırsat veremediğimiz için tarikatlar hem ekonomik hem sosyal çevre imkanı oluşturdu. Bugünkü modern toplumlardaki tarikatlar dini bir ihtiyaçtan ziyade sosyal ve ekonomik bir ihtiyacın, insan yalnızlığına çare üreten bir psikolojik ihtiyacın ürünüdür. Şayet bu siyasi mücadele alanına taşarsa ötekinin hayat tarzı ve görüşüne karşı bir cepheleşmeye yol açıyor ve huzursuzluk başlıyor. Neticede bir tahakküm alanı oluşmaya, ötekini kendine benzetmeye ve en azından susturmaya yönelik bir adımlar atılmaya başlanabiliyor.

-Diyanet İşleri Başkanlığı teklifi nasıl geldi? Etkili bir konumu kendi isteğinizle bıraktınız. Neden?

Diyanet İşleri Başkanı olmak gibi bir isteğimiz ve hazırlığımız hiç olmadı. Ama hayatın tabii serüveni, ilmi çalışmalar belli bir kıvama gelince irademiz dışında bir nöbet ortaya çıktı. Mehmet Aydın Hoca’nın da ısrarıyla Sayın Başbakan ile de görüştük, belli bir ahenkten sonra karşılıklı anlayış içinde başladık ve sonlandırdık. Şahsen en fazla 5-6 yıl görev yapma düşüncesiyle Ankara’ya gitmiştim, görevden ayrılmak için çok emek verdiğimiz yeni teşkilat kanununun çıkmasını bekledim.

-Kırgınlık oldu mu?

Hayır, hiçbir zaman olmadı. Siyasi görüş ile Diyanet İşleri Başkanı’nın görüşü her zaman birbirine uymaz ve uyması da beklenmez. Çünkü birisi siyaset açısından bakar diğeri dini hizmetler. Hatta bir Diyanet İşleri Başkanı ile diğeri farklı düşünebilir. Bu konularda rahat olmamız lazım. Diyanet İşleri Başkanı gibi bürokratik hüviyetinden ziyade ilmi ve temsil yönü önde olan bir kişi mutlaka bağımsız hareket etmeli ama uyumlu olmalı. Görevi deruhte etmemim akabinde Sayın Başbakan’a yaptığım ilk ziyarette ‘Emredersiniz Başbakanım, diyen değil işini bağımsız olarak izzeti ve itibarla yapan bir Diyanet İşleri Başkanı arzuladığını’ açıkça söyledi ve bu yaklaşımını hep korudu. Bu tutumu görev sürem boyunca bana büyük bir güç kaynağı oldu.

Kadın başkan da olur

-Diyanet İşleri Başkanlığınız sırasında ‘yenilikçi’ yaklaşımınız öne çıktı. Kadın müftü yardımcıları atanması, kadınların Cuma ve bayram namazlarına daveti, kadınların örtünmesinin İslam’ın ön şartı olmadığını söylemeniz gibi. Bu fikirler nasıl oluştu ve uygulamada gelenekçi kesimler bundan rahatsızlık duydu mu?

Gelenekçi kesimler bundan rahatsız oldu diye doğru bildiğimiz yoldan şaşmayız. Bu gayet tabii bir durum. Nüfusun yüzde ellisi kadın ve kadınlara yönelik din hizmeti ciddi şekilde ihmal edilmiş. Toplumu asıl eğiten kadınlar ve biz kadınları, gençleri, aydınları, sanatçıları ve birçok kesimi yok sayarak, artık emekliliği gelmiş erkeklerle yetinen bir Müslüman cemaatle bu yüzyılda ayakta duramayız.

-Kadın müftü yardımcıları nasıl bir katkı sağladı?

Çok artıları var. Birçok alanda daha duyarlı, gayretli ve verimliler. Sadece kadın müftü yardımcıları değil, öğretmenlerinin misyonuna önemli bir açı geçirdik ve toplumla ilgilenip ayrışmayı değil huzuru getirmelerini, insanlara ulaşıp ilgilenmelerini arzu ettik. Ben şöyle düşündüm: Din-diyanet ve siyaset, üç kademedir. En yukarıda din vardır. Diyanet uzun soluklu, daha kalıcı bir sesi temsil eder. Diyanet ve siyasetin yakınlığı Diyanet’e ve dine zarar verir, siyasete zarar vermez.

-Kadın Diyanet İşleri Başkanı olunmasın bir engel var mı?

Hukuken ve dinen de engel yok. Daha çok toplumun algısı önemli. Erken bir durum.

-Toplum hazır olsa, sizce şu anda Diyanet İşleri Reisliğini layıkıyla yakabilecek kadın alimler var mı?

Yani eskiden de vardı, Hz. Ayşe vardı. En büyük alimlerden birisidir. Kadın alimlere de ihtiyaç var. Kadının dininin ve aklının yarım olduğu şeklindeki anlayış artık geride bırakmamız lazım. Ama bu tip şeyleri bir toplum mühendisliği ya da bir devrim olarak yapmak yerine, toplumun tabii seyrine bırakmalı. Karşı da çıkmamalı, olması için özel bir gayret de sarf etmemeli. İslam dünyasının temel sorunlarından biri kadın, insan hakları sorunudur.

-İslam ülkeleri kadın müftü yardımcılarına ne tepki verdi?

Komşu İslam ülkelerinde de arzu ediliyor. Bizdeki uygulama İslam ülkelerinde de izlendi ve yankı buldu. İslam âlimlerince hüsnü kabul ve takdirle karşılandı.

-İslam ülkelerinin temel sorunu nedir?

Dinin sadece ibadetlerden ibaret olmadığını, hayatımızın 24 saatini kuşatan bir umumi davet olduğunu anlama sorunudur. İslam dünyası bugün çalışma, üretme, daha çok bu dünyada var olma, İslam’ın izzetini temsil etme ve bir İslam medeniyeti ihya etmek zorundadır. 50 küsur İslam ülkesi var ama İslam’ın o aydınlık yüzünü gösterebilmiş değiliz. Mevcut İslam algısının eksikleri var. Bunda İslam alimlerinin büyük vebali vardır. 3-4’ncü asırda, Orta Asya bozkırlarında bile İslam medeniyeti vardı. En büyük tıp, fizik, astronomi alimlerini yetiştirdik ama bugün sadece reaksiyon üretiyoruz. Yıllardır Arap dünyası hutbelerinde Filistin’e dua ve İsrail’e lanet okunur ama değişen bir şey yoktur. Dua algımız dahi gözden geçirilmeli.

-Yenilikçi olarak, üniversitede Hayrettin Karaman hocayla aynı çizgide miydiniz? Yenilikçilik nedir?

Biz ikinci kuşağız, onlar hocalarımız sayılır ama hep aynı çizgideydik. Gelenekçiden ziyade, 21. yüzyıla uygun bir Müslümanlığın kaygısını çektik.  İmam Hatip’te Muhammed Eroğlu, Tayyar Altıkulaç, Müzekka Gürbüz,  Ahmet Kahraman, Ahmet Topaloğlu, İsmail Erünsal, Adil Teymur hocaların rahle-i tedrisinden geçtik. Mahir İz, Bekir Topaloğlu, Bekir Sadak, Muhammed Tanci da İslam Enstitüsü’nden değerli hocalarımızdı.