Bu ülke neticeye ulaşmış dört askeri darbe ve sayılarını hala tam olarak bilemediğimiz çok sayıda darbe teşebbüsü istatistiğine sahiptir. Demokratik hayatımız kötü, berbat bir sicile sahiptir. Sayılar toplanınca bir istatistik olarak kayda geçer ama malum darbe istatistikten ibaret de değildir. Her bir darbenin ürettiği ölüm, işkence, insan hakları ihlali, siyasi yasaklar vb. hesap edilecek olursa...
Darbe, her biri kanlı ve acı rejimlerin genel adıdır. Düşünün, henüz çok partili hayatın 50 yılı dolmadan dört kez bu acı yaşanmıştır.
Darbenin böylesine yakın tehlike olduğu ve elinde silah olanın her fırsatta bir yenisini denemeyi hayal ettiği bir ülke, darbe suçlarına duyarsız kalabilir mi? Darbe hazırlığı yapanları, bunun için cinayetler yaptıranları, provokasyon tertipleyenleri, harekat planlayanları “Nasıl olsa geçti o günler” şefkatiyle görmezden gelebilir mi? Gelirse, o ülkenin hukuk ve demokrasi kültürünün varlığından söz edilebilir mi?
Türkiye bugün, kendi iradesi ve becerisiyle darbecilik anlayışını büyük ölçüde bertaraf etmiştir. Ama bunu aynı zamanda darbe suçu işleyenlere, bu suça bir şekilde bulaşanlara ve asker-sivil ayırmaksızın bu zemini hazırlamak için çaba sergileyenlere tolerans göstermeyerek başarmıştır. İddia edildiği gibi, darbecilik dünya konjonktürü gereği tasfiye olmamıştır. Nitekim, bu konjonktürde dünyanın birçok yerinde askeri darbeler ve askeri rejimler pekala hüküm sürebilmektedir.
Türkiye ise, siyasi iradesini, toplumsal duyarlılığını, yargısının çabasını bir araya getirerek kendi demokrasi öyküsünü yazmıştır. Bütün bunlar olmasaydı, hiç şüpheniz olmasın dünya konjonktürü denilen şey içerideki darbe planlarının bir parçası olmayı reddetmezdi.
Şimdi, tarihi bir kararla sonuçlanan Balyoz davasına konu olan planların da çok değil 2003 yılında kaleme alındığını unutmayalım... O planların 2007, 2008 ve nihayet 2010 yılına kadar devam eden uzantılarını da akıldan çıkarmayalım.
Uzak zamanlarmış gibi görünüyor ama çok değil sadece üç, dört yıl öncesinden bahsediyoruz. Türkiye böyle bir ülkeydi ve şimdi bile bütün bu hukuksuzlukların geride kaldığına inanmak kolay değildir...
Balyoz davasının kararı okunurken bu temel gerçek göz ardı edilemez. Akıldan çıkartılamaz. Yok sayılamaz. Bazı askerlerinin ve bazı sivillerinin fırsat buldukça darbeyi düşündüğü bir yerde yaşıyoruz. Sandıktan çıkana silahla cevap vermeyi bir hak olarak gören insanlarla birlikte yaşıyoruz. Darbeyi, meşru ve elzem bir araç gören şaşılacak sayıda “önemli insan”la birlikte hayat sürüyoruz. Bunu yapabildiklerini, fırsat buldukça yönetime el koyduklarını da biliyoruz.
Fırsat bulsalar 2003’te, 2006’da, 2007’de ve 2008’de yine yönetime el koymayı amaçladıklarını da biliyoruz.
Bunu yapamamaları, yapamayacak olmaları veya yapacak olsalar da kaybedecekleri gerçeği değiştirmez.
Gelelim Balyozcular’a...
Mahkeme olabilecek en ağır karara hükmetti.
Ceza alanların birçoğu hayatları boyunca böyle bir durumu akıllarından bile geçirmemişlerdir. Bir zamanlar sahip oldukları kudreti ve bu kudretin nelere yol açabileceğini biliyoruz. Şimdi, darbeyle yönetmek istedikleri ülkenin mahkemeleri kendilerini yargılamaktadır. Hiç kolay değil...
Haksızlığa uğradığını düşünen bazıları karar Yargıtay’da temyiz edildiğinde belki özgür kalacaklardır. Ki, Yargıtay’ın böylesine değerli bir davada ince eleyip sık dokuması, kılı kırk yarması hukuk ve demokrasi sicilimiz açısından çok önemlidir. Darbe davasının tertemiz olması şarttır.
Şurası da akıldan çıkartılmamalıdır.
Toplum, darbecinin hak ettiği cezayı almasını talep etmiştir. Ama bunu talep ederken de asla bir skor ve rövanş duygusu taşımamıştır.
Mesele, olabildiğince çok askerin olabildiğince çok ceza alması değil, darbenin olabildiğince bu ülkenin istikbalinden kazınmasıdır.