Çözüm sürecinde “Akil Heyet”in “Doğu Grubu”nda yaptığımız uzun yolculuklardan sonra, “İrlanda” meselesine tanıklık etmek de varmış kaderde. Kaderde diyorum çünkü Melekler, insanın yeryüzüne indikten sonra bozgunculuk çıkartıp kan dökeceğini söyleyerek ağlamışlardı. Oysa Allah onlara henüz bilmedikleri bir şeyden bahsetmişti üstü kapalı olarak. İnsan; sabırsız, aceleci ve mülkiyet düşkünü yapısının yanı sıra, adalet, iyilik, dayanışma, sevgi gibi özlere de sahiptir. “Selamet”e yani barışmaya dair umut hep olacaktır dolayısıyla. Hepimiz “insan olma” kaderinde ortağız, ölümün yerine hayatı, gözyaşının yerine tebessümü, korkunun yerine güveni, aşağılanmanın ve ayrımcılığın yerine onuru istiyoruz. Peki öyleyse dünya niçin bize az geliyor? Çözüm sürecinin bana verdiği en önemli hikmet dersi, insandan umudu hiç kesmemek ve sabırla ilgilidir.
Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) dünyadaki çatışma alanları, tanıklar, mağdurlar ve taraflar üzerinden gerçekleştirdiği ziyaret, inceleme, analiz ve barış girişimlerini önemsiyorum. Barış; siyasetçilerin, resmi görevlilerin veya çatışmaya girmiş sivillerin tek başlarına inşa edebileceği bir şey değil kuşkusuz. Çünkü “taraflar” var ve aslında insan olarak hepimiz “barış”ın tarafıyız. Sivil toplum örgütleri, uluslararası barış kurumları, arabulucu sivil gruplar, akil heyetler, barış elçileri, hakemler gibi değişik isimlerle meselenin çözümüne veya süreçlerin ilerlemesine katkı sağlayacak “3.göz”ler de çok mühim bu zorlu meşakkatli yürüyüşte.
Her toplumun tarihi, medeni arka planından biriktirip bugüne taşıdığı tecrübeler var. Çatışma alanları her coğrafyada farklı etkenler bağlamında yürürken, barışa ve çözüme dair teklifler de kuşkusuz geçmiş zamanı kendince örüp düğümleyerek bugüne taşımış kültürel kodlarla yakından ilgili. İrlanda deneyimiyle Güney Afrika deneyimine veya Bask Bölgesindeki sorunla, Güneydoğu’da yaşadıklarımıza şüphesiz birbiriyle tıpatıp aynıdır diyemeyiz... Ama barışa dair çözüm adımlarında insanlığın deneyimlerini birbirimize aktarmamız, bize zaman kazandırıyor. Ben görüştüğüm, dinlediğim her mağdurda yeni bir yolculuğa çıkmış gibi oluyorum. Tar Anall, eskiden değirmenmiş, şimdilerdeyse hem müze hem de eski IRA üyelerinin hayata dönüş ve uyumları hakkında görev yapan bir sivil kurum. Breige Brownlee ve Annmarie McWilliams’ı dinledik... Katolik İrlandalılar olarak evleri yakılırken, babaları, eşleri gözleri önünde vurulurken, yoksulluğun, işsizliğin ve ayrımcılığın şiddet çemberinde geldikleri orta yaşlar, onları yas tutmanın yanı sıra her şeye rağmen geleceği kurmak zorunda olan annelere dönüştürmüştü. Yaşadıklarını tam olarak bitirebilmiş değillerdi elbet. Ama “hayırlı Cuma” anlaşmasından sonra İngiliz yönetimince salıverilen 25 bin siyasi tutuklunun yeniden hayata dönüşleri, 10-15 yıl boyunca görmedikleri çocuklarıyla kurmaya çalıştıkları ilişkiler ve başarısızlıklar, başa çıkılamayan durumlarda saplandıkları bağımlılıklar, işsizlik gibi pek çok aşamayla yüzyüzeler.
Belfast’ta Katoliklerle Protestanların arasına çekilmiş “Barış Duvarları” enteresan. “Hayırlı Cuma”dan sonra, çatışma ve şiddet ortamı belki geride kalmış ama 30 yeni duvar daha inşa edilmiş. Barış duvarlarının üzerine fışkırarak işlenmiş itiraz grafitileri ilk bakışta çelişki gibi duruyor. Fiziksel bu duvarlar, aslında zihinsel duvarları da simgeliyor. 25 metre yüksekliğindeki bir duvara sırtımı dayadığımda, “affetmenin” sınırlarını, hatta bunun imkanı olup olmadığını sordum kendime. Kadınların acıyı beklemek, yası tutmak, hüzne sadakat, belleği körüklemek, bilinci tahkim etmek gibi “tanıklık” üzerinden kurdukları tekrarlar, barışın önünde aşılması zor bir engel mi, yoksa geleceğe dair kurulacak umudun başlangıç temeli mi? Sadece bu soru bile kadınların/annlerin barış ve çözüm konusunda, asla “ikincil” olamayacaklarını göstermiyor mu?
Sınırlar hakkında yazmaya devam edeceğim...