Paralel yapı operasyonu, “Tahşiye” kumpası, “camianın Ahmet Şık sevgisi” filan derken, hanımefendi aradan sıyrılacak...
Hayır, sıyrılamayacak...
Bir yazımda kendisinden küçük bir “alıntı” yapmıştım. İsmini anmamıştım elbette. İsmini anmaya değer görmediğim için değil. Meselemin kendisiyle (şahsıyla) alakalı olmadığını ima etmek için. Polemikten yorulmuştum, bir de bu hanımla mı uğraşacaktım!
Ben, hanımefendinin bu “ima”yı yanlış anlayıp oradan saldırıya geçeceğini düşünüyordum. Böyle yapsaydı, ilişmeyecektim... Yanlış anlamalara çok müsait bu tutumdan bırakın alınganlık çıkarmayı, hanımefendi bunu (bir alıntıyla da olsa kendisini gündeme getirmiş olmamı) “izlendiği/okunduğu” bilgisinin bir teyidi olarak kullanıyor ve bir de buradan “sevinç” çıkarıyor.
Böyleleri için kullanılan sıfatı biliyorum.
Ben kullanmayacağım.
Kendisini yüksek “ego”suyla baş başa bırakıyorum.
Niyetim, yukarıda da altını çizdiğim gibi, birileriyle polemiğe tutuşmak değil, Yavuz Bingöl üzerinden yürütülen “linç kampanyasının” boyutlarına dikkat çekmekti... Çünkü hanımefendi de, “hanımefendiliğine” ve akademik titrine (bir üniversitede hocalık yapıyormuş) yakışmayan bir üslupla (daha da kötüsü, Fatih Altaylıtadında bir yazıyla) koroya katılmış, “Yavuz Bingöl parayı çok sever” demeye getiren çok ayıp bir yazı yazmıştı.
İzinli olduğum için, bir süre medyadan uzak kaldım.
Hanımefendi, internet sitesindeki köşesinde bana cevap vermiş. Cevap beklediğimi düşünmüş olmalı ki, “geciktiği ve gözlerimizi yollarda bıraktığı” için affını rica ediyor. Pek de ironikmiş...
Buna ne kadar “cevap” demek gerekir, bilmiyorum.
Hanımefendi, “incitme” cehdiyle kaleme sarılmış. Ve, incitmiş...
Demek ki gizliden gizliye böyle bir fırsat kolluyordu.
Kendisini tanımadığım ve polemik öznesi olarak görmediğim için, bu aculluğuna hayret edebilirim sadece.
Peki, ne diyor cevabında?
Hiçbir şey demiyor.
Ortaya bir sürü laf yuvarladıktan sonra “öğretici” havalarında, benim kendisini okumadığımı sandığını ama “okunduğu” bilgisinden sonra “keşke okumasa” demeyeceğini, canımı sıksa da bazı yazılarından bir şeyler kapacağımı, dolayısıyla okumamın (benim açımdan) yararlı olacağını söylüyor... Oysa kendisi beni okumazmış. Yazılarımı “ilgi çekici, şaşırtıcı, öğretici, kafa karıştırıcı” bulmazmış.
Bir de, okuduğumu anlamamak gibi bir sorunum varmış...
Hanımefendi, niçin gerekli olduğunu bilmediğim bu “bilgileri” sıraladıktan (yani “dolaylı incitme” hakkını kullandıktan) sonra, “doğrudan saldırıya” geçiyor:
Kendi sesinden dinleyelim: “Dün kucakla, bugün tekmele. Dün tekmele, bugün kucakla. Değer sistemleri alt üst. Bu nedenle. Kekeç’gillerde her şey var. Şöhret var. Köşe var. TV programı var. Güç var. Para var. Bir tek saygınlık yok... Yine de. Benim hanımefendiliğime yaptığı vurgu nedeniyle kendisine selam eder, gecikmiş cevabım için affını beklerim...”
Bu egosu yüksek hanımefendiye şunları söylemek isterim:
Sizi okuduğumu nerden çıkarıyorsunuz?
Bu konuda cimri davranmam; birçok kişiyi okudum/okuyorum ve bazılarını kayda değer buluyorum ama siz okuduğum yazarlar arasında değilsiniz ne yazık ki. Belki bundan sonra olacaksınız. (Bu vesileyle, arşivden bir-iki yazınıza baktım. Bir yazınızda, “genç kızlara düşkün” bir medya grup başkanının “sapkınlıklarından” ve“kaçamak” yapan ünlülerden söz ediyordunuz. Böyle yazılar yazdığınızı bilmiyordum... Bebek hattından, Asmalımescit’ten, şurdan burdan taşıdığınız dedikoduların müşterisi olabilir ama ben böyle yazıları okumuyorum, bağışlayın... Ayrıca, bu pespaye yazılar niçin “Uçan Kuş” gibi dedikodu sitelerinde değil de, ciddi bir haber mecrası olan “Gazeteciler” sitesinde yayınlanıyor? Bunun cevabını da Hadi Özışık versin.)
Beni okuduğumu anlamamakla itham ediyorsunuz...
Kavranması zor (ve sofistike) yazılar mı yazıyorsunuz ki, sizi anlamayayım? Siz kimsiniz ki? “Yavuz Bingöl parayı çok sever” demeye getirdiğiniz yazınızın neresini anlamamış yahut yanlış anlamış olabilirim? Kendinizi Wittgenstein filan mı sanıyorsunuz?
Kusura bakmayın ama kimin “saygın” olup olmadığını belirleme hakkını kullanacak en son kişisiniz. Sizinle aynı seviyede konuşma şansım olsaydı, bir terbiye sorununuz olduğunu söylerdim.
Bu faslı kapatıyorum ve şu sorunun cevabını rica ediyorum:
Bir gazetecinin, röportaj sırasında sormadığı/sormayı aklemediği soruyu, deşifre esnasında metne eklemesini ve röportaj yaptığı kişiyi zor durumda bırakmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Şarlamanıza ve “terbiye dışı” tepkiler vermenize yol açan yazımda bu sorunun cevabını merak ediyordum.
Sizin bir cevabınız var mı?