27 Mayıs Darbesi üzerinden 53 yıl geçti. Başbakan Menderes ve arkadaşlarını imha eden güç, bu tavrıyla sadece istemediği, “düşük” bulduğu bir partiyi/kabineyi mi susturuyordu? Yoksa Demokrat Parti bağlamında “siyaset” dediğimiz şeyi toptan iptal ettiğinin bilincinde miydi? Sofistike derinliğe dalmadan sormaya devam edelim; kimdi halk oyuyla seçilmiş Menderes ve arkadaşlarını idam sehpasına götüren güç?
Çoğu yazarın “kurucu irade” olarak tanımladığı, aslen bir hükmi şahsiyet olan devlet adına hareket eden, gerçek kişilerin refleksiydi bu infaz aslında. Seçkin ve dar bir çevre, kendileri hakkında doğru karar veremeyeceklerini düşündükleri halk adına, devlet denen hükmi şahsiyetin maskesini takıp, onun adına konuşup gürlemeye başlıyordu. Oysa devlet, toplumsal sözleşme gereğince bizim kurguladığımız ve topluma hizmet için var ettiğimiz bir tüzel kişiliktir. Yani konuşamaz, kızamaz, sevinemez, karnı acıkmaz ya da uykusu gelmez, duyguları ve ihtiyaçları yoktur devletin. Peki devlet, gerçek insanlar hakkında yaşaması gerekenlerle, ölmesi gerekenler şeklindeki hayati bir kararı, üstelik la’yüsel anlamda, nasıl verebilir? Hukuk ve adalet dediğimiz şey, tam da burada devreye girer. Gerçek insanın, hükmi şahsiyet olan devletle ilişkisini kurduğu için, mühim bir dil evreni vardır hukukun. Hatta bireyle devletin değil, bireyle toplumun konuşması, hesaplaşması mahiyetindedir bu iş...
Birey- Devlet arasındaki ilişkisel kırılganlık, devlet adına konuşup hareket eden kişilerin zaman içinde katmerlenen hatta kurumsallaşan vesayet sistemini tanzim eder. Birileri, kozmik merkezde sisteme sürekli ayar verip dizayn eden, onu koruyup kolladığını düşünen birileri, devlet olup çıkar karşımıza. Onların bu şekilde beslenen yönetsel dokunulmazlığı, “iç düşman” konseptiyle süreklilik kazanır. “İç düşman”, 60’larda Menderes, 80’lerde üniversiteli gençler, 90’larda “topyekun imha edilmesi gereken” inançlı kesim olarak zamana ve sosyolojik elverişe göre isim değiştirir durur...
***
Ruth Miller’ın “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Günah ve Suç, Fıkıhtan Faşizme” adlı kitabında Osmanlı klasik fıkhından uzaklaşıldıkça türettiğimiz faşizme dikkat çekiliyor. İttihat ve Terakki’yle birlikte yerleşen suç ve suçluya iflah olmaz parazitler şeklinde bakan otoriter gözün öyküsü bu... Giderek Tanrı’nın yerine Devlet’i koyan bu bakışla, hesap sorulamaz ve hikmetinden sual olunmaz devlet pratiğine geçişimizin serencamı anlatılıyor.
***
Ergenekon ve Balyoz davaları süreciyle yeni bir döneme geçildi oysa. “İç düşman” algısı ve güvenlik söylemiyle kendini var eden vesayet odaklarının yüzlerine taktığı “devlet” maskesinin düşürüldüğü yeni bir dönemdeyiz artık. Toplum, eski devlet pratiğine yeter artık diyor. Peki buradan yeni bir devlet pratiği çıkarabilecek miyiz?
Darbeleri soruşturma konusunda yaşadığımız tecrübenin bir benzerini “çözüm süreci” dediğimiz daha uzun ve zorlu kulvarda deneyimliyoruz. Yasa önünde eşitlik talebinde bulunan kesimleri sadece terör ve güvenlik çeperinden ibaret addederek “iç düşman” ilan eden ezber, bizlere kan ve gözyaşından başka bir şey vermedi. Bu cümleyle terör ve şiddeti yok saydığımız, önemsemediğimiz düşünülmesin. İşin güvenlik, istihbarat, yargı, emniyet gibi ihtisas gerektiren kısımlarıyla ilgilenecek kişi ve makamlar vardır. Lakin devlet adına iş gören gerçek kişilerin eylemlerinin, hukuk denetimine açık olması ilkesi gibi bir pratikten söz ediyorsak... Yeni dönemde devlet-birey ilişkisini gerçek kişiler lehine, hak ve hürriyetler düzleminde güvenceye alacak yeni yasal zemine ihtiyacımız olduğu açık.
Faili meşhur Menderes İdamı ile güya faili meçhul Hrant Dink ve Muhsin Yazıcıoğlu vakaları arasındaki perspektif benzerliği üzerinden soruyorum; bekası adına, “iç düşman” yaratmaktan ne zaman vazgeçecek devlet?