Mesele “dershane”lerden başlamıştı, nerelere geldi... Cemaat, siyasette etkin pay sahibi olmak isterken, siyaset de vesayet kabul edemeyeceğini söylüyor. Kabataslak haliyle geldiğimiz nokta: Herkes kendi ihtisas sahasına çekilsin. Sivil toplum örgütüyse mezkur topluluk, kendi işiyle ilgilensin. Siyasetse meşguliyet alanı, o da siyasetini yapsın...
Peki bu kadar kolay mı? Sivil toplum örgütlerinin tüm dünyada “yumuşak güç” olarak siyasete daha etkin olarak katıldıkları bir evreyi yaşıyoruz. Geçen yüzyılın sert çeperli, geçirgen olmayan ayrımları artık geride kaldı. Siyasi partiler de kitleselleşerek yaygınlaşan yapıları yüzünden aynı zamanda tabana yaygın en güçlü sivil toplum örgütleridir... Yani sivil olanla siyasi olan arasında demir duvarlar örülü değil...
Ülkemizde tatbik edilen ulusçuluk ve laiklik dayatmalarının sonucu, dini cemaatler, ancak sivil toplum örgütü görünümünde varolabiliyorlar. Mütedeyyin kişilerse, gaspolunan inanç haklarını ancak siyaset aracılığıyla kazanabiliyorlar. Bu şartlar altında dini cemaatler ile siyasi partiler arasındaki “alan yakınlaşması” ve ardından gelen “rekabet” adeta doğal bir sonuca gidiyor...
Bu sosyoloji; belki Türkiye’nin “görünürde muhafazakarlaşması” neticesini besliyor. Benim dikkatinizi çekmek istediğimse, bunun “dindarlaşma”yla aynı anlamda olmayabileceğine dair. Dini cemaatlerle muhafazakar partiler arasındaki alan çatışması, özellikle yöntem ve dil üzerinden tarafları, daha dünyevi ve profan halde birbirine benzeştiriyor maalesef.
***
Siyaset doğası gereği, meslek icabı, rekabetin, yarışmanın, stratejinin, bilek güreşinin, tartışmanın, hatta gerektiğinde söylemsel çatışmanın olduğu bir alan... Bu mesleğin sahipleri diğerlerine göre daha sert, kararlı ve dominant yapıda olurlar...
Ama ya cemaatler? Onlar hikmet nöbetçileri gibidir. Uzun bir nakil silsilesiyle bağlı oldukları Batıni veraseti, hikmeti, bilgeliği taşırlar. Cemaatlerde rekabet değil itaat vardır, zira bu altın zincirin ucunda bilinir ki; Resulullah’ın (s) yatağına yatarak kılıçlara göğüs germiş Hz. Ali’dir bekleyen. Bilinir ki, “ikinin ikincisi olan” mağara dostu Hz. EbuBekir’in sözleri vardır o “itaat”in ucunda. Herkesin ruhu böylesi ağır bir mesuliyete tabi olamaz. Ama zaten cemaatler de genele yaptıkları hoşamedi’nin ötesinde ancak tabi olanlarına, razı gelenlerine açarlar sırlarını. Yani cemaat, hususi bir incelik, edep yoludur.
Dolayısıyla biz, siyaset ve cemaat karşılaşmasında, aklı selime davet ve yumuşak huyluluk, hicap ve fedakarlık, güzel ahlak örnekliği ve feragat gibi üstünlükleri... Siyasetten çok Cemaat terbiyesinden bekleriz. Çünkü Ehli Beyt ve hassasten Ebrar da böyledir.
Adalet, refah paylaşımı, halka hizmet, garibi gurebayı kollamak, yetimi, yoksulu, yolcuyu, talebeyi, beli bükük olanı koruyup gözetmek de siyasetin üstlendiği ödevlerdendir geleneğimizde. Düşman taarruzuna karşı ordular sahibi olmak, savaş ve barış gibi hayati kararlar, siyasetin işlerindendir.
Bir yanıyla ruhani diğer yanıyla bedeni diyebileceğimiz bu iki dinamo, yani Cemaatler ve siyasetler, “Devlet” dediğimiz büyük çatının altındaki harmonilerdir... Doğu düşüncesindeki “devlet”e dair geleneksel saygı da buradan beslenir aslında. Devlet, varolabilmenin mekanıdır.
Siyaset ve Cemaat arasındaki bu mesleki farklılığın, Batı tarihindeki seküler bölünmeyle aynı olmadığına dikkatinizi çekerim. Fakat son yaşadığımız öfkeli tartışma, tarafları aşırı derecede birbirine benzetirken, neredeyse laiklik işte bunun için gerekirmiş diyecek hale geldik.
Cemaat “nezahat” dilinden vazgeçmemeli. Siyaset de “Kerim Devlet” öğretisinden.
Ayrıca bir ahirzaman yorgunu olarak; Cemaat’in bu kadar siyasallaşmasına benim gönlüm razı değil. Karanlık bir okyanusta tutunabileceği bir dal parçası olabilmeli insanlığın. Aramızda iyiliği hatırlatacak güzel söz sahipleri olabilmeli ki, hayata dair umudumuz diri kalsın.