Paris’teki militan kadınların infazından sonra, içimde epeydir uyuklayan, unutmaya çalışarak ağzını sıkıca örttüğüm o kuyunun kapağı yeniden açıldı. Karmaşık faili meçhullerle her defasında yeniden yapılandırılan tedirginliğin kapağı... Psikolojik harp teknikleriyle ince ince örülen düşmanlıklar. İcat edilen korkular ve kör tedhiş... Bu karanlık caddelerden yürüyerek geldik bugünlere oysa... İnfazlarla, meçhullerle, provokasyonlarla sarpa sarmış tehlikeli geçitlerdi aştıklarımız.
Nitekim çok geçmedi, Paris’in yankısı, AKİT gazetesi duvarlarına ses bombası olarak çarptı. AKİT camiasına geçmiş olsun diyorum. Kurulduğu günden bugüne nice badirelere göğüs germiş bir yayın kuruluşu, elbette bu çirkin girişimle istikametini değiştirecek değil. Zaten 28 Şubat günlerinden bu yana susturulmanın, lincin, psikolojik harbin bin türlüsüyle başetmiş bir gazeteden söz ediyoruz. Akit’i susturmanın “yaratıcı yöntemleri” üzerine düşünenler, şimdi seviniyorlar mıdır?
Hiç sanmam. Vicdandan söz etmiyorum, çünkü ondan en çok bahsedenler kıyıyor en çok vicdana. Başka birşey ama. Akıl. Eğer akıl sahibiyse basını susturmanın yaratıcı yollarını arayanlar, bu karadeliğin er geç kendilerini de yutacağını görmek zorundalar. Aynı gemideyiz çünkü. Uyanık olanlar kadar uyuyanlar da...
***
Uyku kelimesi, kişisel tercihim. Çünkü ben küçüklüğümden kalma bir alışkanlıkla çok üzüldüğümde uyumak isterim, zannederim ki uyuyunca geçer. Zandır bu. Zan’nın tamamiyle bireysel bir şey olduğunu da sanmıyorum, tıpkı kolektif hafıza ile ferdi hafızanın birbiriyle iç içe oluşu, birbirini şekillendirmesi gibi, uykunun bana öğretilmiş bir iş olduğunu düşünüyorum. Toplumsal bellek şekil verir düşüncelerimize. İşte unutmak ve hatırlamak dediğimiz eylemler de bunun gibidir. Medya ve siyaset aracılığıyla öğretilir çoğu kez bize, neyi unutup neyi hatırlayacağımız.
Kişisel bir şey midir hatırlamak ile unutmak?
Yoksa zorunlu unutuşlarımız ve mecburen hatırladıklarımızla mı kurarız kişisel ajandamızı?
***
Somutlaştıralım:
Paris’te infaz edilen üç kadını hangi medya imkanlarıyla hatırladık? Elbette berbat bir şey bavul hazırlarken kurşuna dizilmek, gurbet ellerde Dersim’i özlerken hasret üzere yere yığılıvermek. Ve kadın olmak. Bunlar üzerinden kuruldu yeni hatırlayışımız... Ölümle oyun olmaz, elbette acıdır her ölüm. Her şeye peki de... Bize unutturulan neydi bu arada? Paris’e gitmeden önce neyle uğraşırlardı, orada ne yapıyorlardı, kimdiler, bunlar da unuttuklarımız... Bir denizin kıyısı gibi, dalgalar vurdukça değişen kumsal haritasını andırıyor kurgulanan toplumsal bellek. Her seferinde hatırlamalar ve unutmalar üzerinden yeniden kurulan bir deniz kıyısı gibi. Naif, oynak, kırılgan ve şekil verilebilir...
Benzer somutlaştırmayı, “yaratıcı yollarla susturulması” hedeflenen Akit gazetesi için de yapabiliriz. Terör örgütünü eleştiren net bir dil, aynı zamanda Hükümetin başlattığı müzakereleri de olumlu karşıladığını dile getiriyor. Ama Akit üzerinden kurgulanan hatırlama “nefret söylemi” üzerinden inşa ediliyor. (Benzeri bir iş NewYork Metrosuna asılan ayetle de kotarılıyor ya) Peki unutulan/unutturulan ne bu arada? Vesayet çarkları ve caddelerden yürütülen tankların karşısına dikilmiş onurlu meydan okuma mesela. Şimdi her şey çok kolay. Çok değil, 27 Nisan 2007’deki e-muhtıra sonrası bir avuç sivilin İstanbul Üniversitesi önünde yaptığı basın açıklamasına baktım dün. Bugün Akit’i nefret suçuyla hatırlatan yazarlardan hiçbirisi yok. Ama Akit ve Özgür-Der orada. 2007’de bile cuntaya suspus olanlar, bugün kolaylıkla ahkam kesiyorlar... Neyi unutuyorlar? Neyi unutturuyorlar?
Her konuda aynı şeyi düşünmeyebiliriz, üslubumuz da farklı olabilir. Unutmak ve hatırlamak üzerinden kurulan pusulara düşmemek kaydıyla birbirimizle çatışabiliriz de. Ama illa ki haysiyet!